7 Mart 2009 Cumartesi

Vehbi VAKKASOĞLU

1947 yılında Kahramanmaraş’da doğdu. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. “Aşk Çağlayanı Hz. Mevlana”, “Bir Destandır Çanakkale” isimli eserlerin yazarı olan Vakkasoğlu, yazarlığın yanı sıra aynı zamanda bir eğitimcidir.

OSMANLI AHLAK VE NEZAKETİ

İnsan elbette maziperest olmamalıdır. Geçmişe takılıp kalanlar, bugünün şartlarına uyum sağlayamazlar. Bugünü yaşayamayanlar ise, geleceğe hiç hazırlanamazlar. Her çağın kendine göre ayrı ve bambaşka şartları vardır. Her zaman aynı kalması gereken bu şartlar hayatın temel güzellikleridir.

İnsana yaraşır bir hayatın temel şartları; adalet, eşitlik, hakka saygı ve riayettir. Bunlar modası geçmeyen güzelliklerdir. Her zamanın ve her çeşit insanın yaşaması gereken bu insani özellikler, en güzel örneklerini Osmanlı tarihi içinde vermiştir.

Böylesine şanlı ve şerefli bir tarih başka hangi millete nasib olmuştur?

Çağdaşları ve benzerleri içinde Osmanlıya yaklaşan bile olmamıştır. Zira Osmanlı, bütün ilhamını, feyzini Asr-ı Saadet'ten almaktaydı. Hedefi ve maksadı, İ'LA-YI KELİMETULLAH idi. Yani Allah adını yüceltmek ve yükseltmekti. Böyle bir özü taşıdığı müddetçe büyüdü, güçlendi, yükseldi.
Ancak onlarda insandı. Elbette hataları oldu. Yanlışlıklar yaptılar. Fakat dünya tarihinde bu büyüklükte, bu uzun ömürde böylesine faziletli bir medeniyet yaşamak başka hiç kimseye nasib olmamıştır. Ruh köküne bağlılığını yitirmediği sürece, dış düşmanlardan hiç etkilenmedi. Bir dünya devleti oldu. Duraksamalar, bazı yenilgiler sakalının kesilmesi anlamına geldi. Kaybettiklerini çok kısa bir zamanda yeniden ele geçirdi. Osmanlı çınarının dallarına atılan satırlar, adeta budama yerine geçti, dalları daha bir gür çıktı.

Fakat ruh kökünden kopmaya, nefsanileşmeye, dünyevileşmeye başlayınca, çözülüşler dikiş tutmaz oldu. Sonunda da yıkıldı. Çünkü kurt gövdenin içine girmiş, dış düşmanların yapamadığını içerdekiler becermişti. Yine de özündeki sağlamlık sebebiyle, birleşmiş Haçlı zihniyetinin bütün entrikaları, hücumları ve desiseleri onu bir anda ortadan kaldıramadı.

Zira uzun asırlar boyunca ruhuna sinmiş olan İslam inancının gücü benzersizdi. O benzersiz imanın neticesi ve meyvesi olan ahlak ve fazilet ise, ölürken bile hala etkisini büsbütün yitirmiş değildi. “İşte eski hâl muhal.. ya yeni hâl veya izmihlâl” diyen Bediüzzaman haklıdır. Bütünüyle eskiye dönmek ve onu aynen yaşamak imkansızdır. Ya yeni hale uyum sağlayacağız, ya da Allah korusun tarih sahnesinden silineceğiz. Ancak, sayısız düşmana karşı, en güzel ve en kıymetli coğrafyasında tutunabilmek için, Osmanlı'nın manevi güç kaynağı olan İslam imanına bugün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır.

Zira bu millet, bütün olgunluğunu ve erdemini borçlu olduğu İslam'dan uzak olamıyor. Bu manevi bir alışkanlık… ya da ruhla vücut kaynaşması… Ruhu yerindeki İslam imanını kaybeden insanımız hiçbir işe yaramıyor. Ne dünyalık işlerde, ne de ahiret yatırımında başarı kazanıyor. Öyleyse, köklerimizden kopmamak ve geçmişte yaşanan o güzel ahlaktan ellerimizi ve gönüllerimizi gevşetmemek mecburiyetindeyiz.

Bizler yıllar yılı geçmişimizi görmezlikten geldik. Adeta o muhteşem maziyi yaşanmamış saydık. Ancak daha da ileri gidenler, daha da etkili makamlardaydı. Onlar geçmişi karaladı, karartmaya çalıştılar, güzelliklerine çamur attılar.

Ne var ki bu çaba, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar boşuna bir çabaydı. Nitekim tutmadı. Ancak anlayışsız mazi düşmanları, başka kültürler adına sövmeye devam ettiler ve hala da aynı yoldalar.

İçimizdeki beyinsizler zaman zaman dışımızdakilere rahmet okutacak zararlar verdiler. Bu sebeple birkaç neslimiz ziyan oldu. Onlar geçmişimizden koptular, ama köksüz olamadılar. Kendilerine yeni atalar, yeni kökler bulmaya çalıştılar.

Ama ne mümkün? Olmadı. Olan, bu pırıl pırıl gençlere oldu.

Ruh kökünden, inancından, ahlakından koparılmış bu fidanlar, yaban ve yalan ideolojilerin tutkunu olarak gerçekten ziyan oldular. Geride ana-babalarının gözyaşları, ağıtları, çığlıkları kaldı.

Devlet kendi çocuklarıyla, kendi eğitim sisteminin ürünleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Oysa ki şu gerçek yeni keşfedilmiş değildi:

“Geçmişine taş atanların geleceğine gülle atarlar”

OSMANLI NAMUSTU, İFFETTİ, ADALETTİ
Kanuni ordusunu güzel bir bahar mevsiminde sefere çıkarmış ve Belgrad önlerine kadar gelmişti. Ordu mola verdi. Önce namaz kılacaklar sonra da yemek yiyeceklerdi. Atlarından inen askerler, hemen çevredeki çeşmelerin başlarına yığıldı. Mola verilen yerde bir manastır vardı. Manastırın başrahibi bu manzarayı görünce, aklını şeytani bir düşünce geldi. Bu fırsattan istifade ederek, Osmanlı'nın ruh kumaşını deneyecekti. Bakalım bu askerin kalitesi ne kadardı?

Hemen manastırdaki genç rahibe kızları, o devre göre açık saçık sayılabilecek giyimlerle çeşmelere yolladı. Güya manastıra su getireceklerdi.

Kendisi de durumu gözetlemeye ve askerlerin nasıl davranacaklarını anlamaya çalışacaktı. Ancak gördükleri karşısında hayretten hayrete düşmüş, tabiatıyla da çok üzülmüştü. Çünkü, bu genç rahibeleri açık saçık vaziyette çeşme başında gören askerler, hemen geriye çekildiler ve arkalarını dönerek onları görmemeye çalıştılar.

Rahibeler çeşme başlarında oyalandıkları müddetçe de asla dönüp bakmadılar. Ancak el ayak çekilince, tekrar çeşme başına geldiler. Rahip bütün bunları hayretler içinde gördükten sonra, daha önce duyduklarına da inanmak zorunda kalmıştı. Bu asker, sıcakta ve susuz olduğu halde, kenarından geçtiği bağlardan bir salkım üzüm koparmamıştı. Hatta üzüm koparan birkaç asker de yerine değerinden çok fazla edecek altın paralar bırakmıştı.

Bunun üzerine Haçlı komutanlara bir mektup yazdı. Onlara şöyle dedi:

“Osmanlı ordusunun kalbinde müthiş bir Allah korkusu ve sevgisi vardır. Bunlar dünya malına itibar etmezler. Kadına, kıza dönüp bakmazlar. Ancak Allah yolunda ve padişah buyruğunda severek savaşırlar”.“Kendilerinden çok din ve vatanı düşünürler. Adaletlidirler. Zulümden çekinirler. Allah için ölmeyi şeref ve nimet bilirler.”

“Osmanlıda bu yüksek özellikler varken, siz asla zafer yüzü göremezsiniz bu meziyetlerini ortadan kaldırmadıkça, onları yenmenize imkan ve ihtimal yoktur.”Ancak o günden sonra mı başladı, Osmanlıyı içten çökertme çalışmaları? Şimdi o ahlaka ne kadar hasretiz ve ne kadar çok muhtacız…Savaş sırasında bile, mabede dokunmayan, din adamına zarar vermeyen bu yüksek anlayışa, dünya henüz gelebilmiş midir?