23 Mart 2009 Pazartesi

RAUF R. DENKTAŞ

27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs'ın Baf bölgesinde doğdu. Hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Önce avukatlık, daha sonra savcılık yapmaya başladı. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Arkadaşlarıyla 1958'de Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu. 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında emeği geçti. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten sayın Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. O günden bugüne hep KKTC Cumhurbaşkanı seçilen Türk Dünyası'nın kahraman lideri sayın Denktaş'ın yayınlanmış bir çok eseri de vardır.

CUMHURBAŞKANI RAUF R. DENKTAŞ'IN“TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ” ADLI DERGİYE YAPTIĞI DEĞERLENDİRME

Bilim Araştırma Vakfı tarafından yayınlanacak olan Türk-İslam Birliği adlı derginin hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederken, bu vesile ile Ulusal Kıbrıs Davası üzerinde kısa bir değerlendirme yapıp, görüşlerimi paylaşmak isterim.
Bilindiği gibi, Kıbrıs sorunu Rum-Yunan cephesinin Kıbrıs Adası üzerindeki ENOSİS, yani Kıbrıs'ı Yunanistan'a birleştirme hayalleri nedeni ile baş göstermiştir. Ne yazık ki, bu ve buna benzer emperyalist ve hegemonyacı düşüncelerin, Hitler ve Mussolini dönemi ile tarihin çöplüğüne atıldığı sanılırken, Doğu Akdeniz'in bu şirin Ada'sında Rum ve Yunan cephesi aynı yayılmacı ve acımasız zihniyeti bir avuç Kıbrıs Türküne karşı uygulamaya kalkışmıştır. Bilinmektedir ki, bu zihniyet bir insanlık ayıbı ve insanlık suçudur. Bu zihniyet, yediden yetmişe herkesi, çocuk kadın demeden toplu mezarlara göndermeyi göze alan, topyekün bir halkı soykırımdan geçirmeyi planlayan bir zihniyettir. Faşist Almanya'da fırınlarda yakılan milyonlarca insanın kaderi, Kıbrıs'ta Muratağa, Sandallar ve Taşkent'te toplu mezarlara gönderilenlerin kaderi aynıdır.
İşte Kıbrıs'ta sürdürülmekte olan mücadele, böylesine vahşi ve insanlık dışı bir akıma karşı sürdürülmektedir. Birçok acılar çeken Kıbrıs Türkü, nihayet Anavatan Türkiye'nin 1974 Temmuzunda Ada'ya gelmesi ile özgürlüğüne kavuşmuş ve devlet oluşturma sürecine girilmiştir. Rumların tüm olumsuz tutumları karşısında kendi devletini kurmaktan başka seçeneği olmayan Kıbrıs Türk Halkı, 1983'de self determinasyon hakkına dayanarak bağımsızlığını ilan etmiştir. O günden günümüze Kıbrıs konusunun bir çözüme kavuşması için bir çok görüşmeler gerçekleşmiş, fakat her defasında Rum tarafı tarihsel duygu ve düşüncelerine yenik düşerek, Kıbrıs Türkleri ile siyasi eşit bir statüde bulunmayı reddetmiştir. Buna rağmen, dünyada “uzlaşıcı” taraf olarak kendini göstermesini bilen komşularımız, bu güçlerini ve marifetlerini 1960'da tek yanlı olarak işgal edip ellerinde bulundurdukları ve dünya tarafından tanınır durumda olan Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti unvanından almıştır. Tüm bu olanlar karşısında, Kıbrıs Türkü ambargolar altında, dünyadan tecrit edilmiş bir vaziyette yaşamını idame ettirmesine karşın, Anavatanından aldığı güç ve destekle direnmeye ve dünyaya gerçekleri anlatmaya devam etmiştir.
Bu direniş ve Anavatan –Yavruvatan dayanışması Rumları yeni bir senaryo yazmaya itmiştir. Buna göre, Avrupa Birliği siyaseti ile bugüne kadar sürdürdükleri insanlık dışı ambargolar altında yok edemedikleri Kıbrıs Türkünü sahte Kıbrıs Cumhuriyeti içinde bir azınlık yapmayı ve Kıbrıs Adasının tümüne egemen olmayı hesap etmişlerdir. 24 Nisan 2003'te yapılan referandumlarda “Hayır” demelerinin nedeni, bu hesaplarının bir sonucudur. Çünkü, onların istedikleri, Kıbrıs Türkünü “Kıbrıs Cumhuriyeti” Devletinin bir vatandaşı olarak görmek ve bu vatandaşları kendi devlet çatıları altında azınlık yapmaktadır. Hayal budur ve bu hayal ezelden beri devam eden aynı hayaldir.
Bu gerçekler ışığında, Kıbrıs davasının neresinde olduğumuzu iyi hesap etmenin zamanıdır. Aksi takdirde, gerek Anavatana gerekse KKTC'ye yapılacak baskılara boğun eğip, tüm yukarıdaki gerçekleri görmezlikten gelirsek, iş işten çoktan geçmiş olacak ve bugüne kadar elde ettiğimiz tüm hakların da kıymeti kalmayacaktır.
Benim bildiğim ve üzerinde durduğum şey, egemenlik ve bağımsızlığın Türk insanının karakterini oluşturduğudur. Bu düşünceler bizlere Yüce Atatürk'ten mirastır. Kıbrıs Türkü, Atatürk'ün düşünceleri çerçevesinde kendi bağımsız cumhuriyetini oluşturmuş, hür ve egemen olarak yaşamaktadır. Elbette, Kıbrıs'ta her iki taraf arasındaki sorunlar giderilmeli ve çağımıza yaraşır bir çözüm bulunmalıdır. Üstünde durduğumuz çözüm, iki halkında kendi egemen devleti çerçevesinde, birbirlerine hükmedemeyecekleri ama barış ve mutluluk içerisinde yaşayabilecekleri bir çözümdür. Bu çözümü zorlamak ve bulmak zor değildir. Ama meseleye doğru teşhis konulmalı ve doğru çözüm üretilmelidir. Yüz yıllarca birbirleri ile savaşmış olan Avrupa devletlerinin bugün barış ve huzur içerisinde yaşıyor olmalarının tek nedeni, birbirlerinin egemenlik ve bağımsızlıklarına saygı göstermelerinden kaynaklamaktadır. Bu insanlık hakkı, Kıbrıs Türk Halkına da ana sütü kadar helal bir haktır.
Bu duygu ve düşüncelerle, bir kez daha Türk-İslam Birliği Dergisine başarılar diler, saygılarımı sunarım.

22 Mart 2009 Pazar

Abdullah AKOSMAN

1946 yılında Trabzon'un Of ilçesinde doğdu. 1966-1970 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudu. 1974 yılında İstanbul İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Gazetecilik Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1967-71 yılları arasında Bugün Gazetesi'nde sanat köşesi yönetti. Daha sonraki yıllarda Sabah ve Hakimiyet gazetelerinde görev aldı. 1980-83 yılları arasında Yeni Çağrı ismli aylık kültür sanat dergisi yayınladı. 2001 yılında Önce Vatan Gazetesi'ni yayınlamaya başladı. Gazete, halen günlük olarak ulusal basında yayınlanmaktadır.


TÜRK-İSLAM DÜNYASI'NI KUCAKLAMAK


Türk-İslâm Birliği'ne öncü olmak, aslında Türkiye'nin üstlenmesi gereken bir görevdi. Görevden öte, ülkemizin hayati geleceği, eski Osmanlı coğrafyasında günün koşullarına uygun bir birliktelik oluşturabilmesiydi. Ama Türkiye'nin içine düşürüldüğü şartlar, bu adımları atmamızı engellemiştir. İnisyatifi ele alamayan Türkiye yerine bu oluşuma ABD soyunmuştur.

Türkiye, Ortadoğu'da barış ve refahın hakim kılınması, bu amaçla demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve iyi yönetişim ilkelerinin güçlendirilmesi ve serbest piyasa ekonomisinin işletilmesi unsurlarını içeren bir dönüşümün bölge için bir gereksinim oluşturduğunu çeşitli kanallardan her dönem dile getiriyor. Ortadoğu ülkelerinde esasen başlatılmış olan reform girişimlerinin olumlu sonuçlar vererek, daha demokratik, hür, açık, barışçı, istikrarlı, iyi yönetilen ve ekonomik bakımdan daha müreffeh bir Ortadoğu'ya doğru yol alınması Türkiye'nin sadece temennisi değil, bölgeye yönelik dış politika yaklaşımlarının da temel hedefi olarak dile getiriliyor. Diplomatik kaynaklara göre, bu konuda Türkiye'nin Ortadoğu'ya ilişkin vizyonu, BOP girişimi uluslar arası gündemi meşgul etmeden de önce bölge ülkelerindeki muhataplar ve İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantılarda da dile getiriliyordu. Bölgeyi iyi tanıyan Türkiye, hatalı başlangıç noktalarından hareket edildiği takdirde değişim çabalarının arzu edilen sonuçları vermeyebileceğinden, yeni sorunlara yol açabileceğinden de duyduğu endişesi nedeniyle bölgede değişimi amaçlayan girişimlere yapıcı ancak aynı zamanda gerçekçi ve duyarlı bir şekilde yaklaşma taraftarı bir tavır takınıyor.

G-8 oluşumu, BOP girişimi bağlamında ön plana çıkan uluslararası oluşumların başında geliyor. Haziran ayında ABD'de yapılan G-8 Zirvesi'nde 'İlerleme ve Ortak Bir Gelecek İçin Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesiyle Ortaklık' başlıklı siyasi bildiri ve bununla bağlantılı bir 'G-8 Reformları Destekleme Planı' açıklanmıştı. Siyasi bildiride, G-8'in BOP'a yönelik başlattığı girişimin temel unsurları ve ilkeleri ortaya kondu. Başta Arap-İsrail ihtilafının çözüm yoluna sokulması gereği olması başta olmak üzere, gerek AB ve bölge ülkeleri gerekse Türkiye tarafından önemle üzerinde durulan ilkeler de sıralandı. 'Reformları Destekleme Planı'nda ise, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel reformları desteklemek amacıyla bölge ülkeleriyle ortaklık temelinde kurulması öngörülen mekanizmalar ve hayata geçirilmesi planlanan projeler sıralandı. Bunların başında G-8 ve bölge ülke hükümetlerinin ilgili bakanlarının biraraya geleceği 'Gelecek İçin Forum' platformunun oluşturulması geliyor. G-8 çerçevesindeki çalışmalara Türkiye, 'demokratik ortak' devlet adı altında davet edilmişti.

Türkiye nerede duracağına iyi karar vermelidir. ABD'nin Genişletilmiş BOP'unun figüranı mı olacak, yoksa baş aktör olma yolunda riskleri göze alabilecek mi? IMF ve Dünya Bankası kıskacındaki Türkiye'ye yeni bir oluşumun liderliğini bırakmazlar. Bir birliktelik ne ırk, ne de din birliği ile sağlanamaz. Bu birliktelik ancak ekonomik güçlerin birleştirilmesiyle mümkün olabilir. Türk-İslâm Birliği'nin kurulabilmesi eski Osmanlı coğrafyasının yeniden huzur bulabilmesi için gerekli bir fikir jimnastiğidir. Projelerin hayat bulabilmesi için, önce hayal edilmesi gerekir.

21 Mart 2009 Cumartesi

Adnan TANRIVERDİ

1943 yılında Konya'nın Akşehir kazasında doğdu. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde öğrenim gördükten sonra Harp Akademisini bitirdi. 1992 yılında general olan Tanrıverdi, Askerî Yüksek İdare Mahkemesinde iki yıl üyelik yaptı.


İNSANLIĞIN HUZURU İSLÂM BİRLİĞİNDE

20 nci yüzyıl, İslâm Birliğinin parçalandığı, Müslüman Milletlerin, içinden çıkan ve fakat kendi değerlerine yabancı idareciler tarafından, sözde medenilere köle edildiği bir devir olarak geçmiştir.

21 inci yüzyıl ise, tek kutuplu dünyada, Müslüman Topraklarına en gelişmiş ve tahrip gücü yüksek silahlarla hayasızca yapılan taarruzlar, tecavüzler, tahripler, katliamlar ve soykırım derecesine ulaşan fiili istila ve işgallerle başlamıştır. Adaletin ve hakkaniyetin yerini kuvvetlinin eli ile şekillenen ve dalga dalga artan zulüm almıştır. Hedefte hep Müslümanlar ve İslâm Ülkeleri olmuştur.

2,5 milyarlık İslâm Alemi, Çapsız yöneticiler elinde, bir varlık gösterememiş, gür bir ses ile HAYIR diyemediği için, Yahudi kontrolündeki ABD zorbalığına boyun eğmiş ve bu zorbaların İslâm Coğrafyasının en hassas bölgesine kalıcı bir şekilde oturmasına engel olamamıştır. Bütün kutsal değerler ve mabetler, yeraltı-yerüstü kaynakları ve zenginlikler işgalcinin istilasına uğramıştır.

İşgalci, hedefine koyduğu Devletlerin tam orasına yerleşmektedir. Ülkemizi de müttefikleri ile birlikte kıskaç içine almıştır. Uysallıkla, isteklerine boyun eğmekle, barışçı söylemlerle, ilerlemelerine engel olmanın mümkün olmadığını yaşayarak anlamadan önce, Müslüman Milletlerin aklını başına toplamalarında hayatî zaruret vardır. Güçle savunulmayan değerleri uzun süre elde tutmak mümkün değildir. Güç ezmek için değil, zorbayı caydırmak için geliştirilmelidir.

Ülkemiz dahil modern harp silah ve vasıtaları bakımından dışa bağımlı devletler, bilinçli ve planlı bir şekilde milletlerinin ferdi mukavemet duygularını geliştirici gayret ve faaliyetleri ön plana çıkarmalıdırlar. Yurt savunmalarını modern silahlı kuvvetlerin yanı sıra, bütün vatan sathına yayılmış bir şekilde; mukavemeti ev-ev, sokak-sokak, mahalle-mahalle, köy-köy, şehir-şehir organize etmeli ve bir işgale karşı önceden hazırlanmalıdır. Bu savunmanın ihtiyacı olan silah, araç ve malzemeler kendi imkanları ile üretilmelidir.

Bir ve beraber olalım, zorbalara anladığı dille konuşalım. Kutsal bildiği değerler uğruna hayatını feda etmeye hazır fertlerden oluşan Milletler, düşmanları hangi silahlarla donatılmış olursa olsun mağlup edilemez. Bu milletler üzerinde hakimiyet kurulamaz ve ülkeleri işgal edilemez. Ülkeleri istila edilse de insanları egemenlik altına alınamaz.

İstilacı nasıl müttefikleri ile birlikte bütün gücünü hedef seçtiği mazlum milletin ülkesinde topluyor ise, mazlum milletler de kendi güçlerini düşmanlarının karşısına işgal edilen ülkelerde toplamalıdır.

Değerlerini, sahip olduklarını ve ebedi huzuru muhafaza edebilmek için Müslüman Milletlerin İslâmî Direniş bloğu oluşturmaları gerekmektedir. İşgal edilen ülkelerin direniş harekâtının desteklenmesi bu bloğun oluşturmasının başlangıcı ve çekirdeğini teşkil edecektir. İşgalci bu ülkeleri terk ettikten sonra ortaya yeni bir ittifak çıkacaktır.
Müslüman Milletlerin hukuku, ancak İslam Ülkelerinin bir güç olarak dünya siyaset sahnesinde yerini alması ile mümkün olacaktır . Bu güç sayesinde, diğer mazlum milletler de bağımsız hareket etme imkânını bulacaklardır. Yeni Dünya Düzeninin savunucuları bu derece fütursuzca ve insanlık dışı uygulamalarla dünyayı ateşe veremeyeceklerdir.

Böyle bir birliğin birinci engeli, Milleti Müslüman Devletlerin kendi içindeki, manevî değerlerini paylaşmayan, dinamik güçler ve onların göstereceği dirençtir. Nedense bu güçler, Milletlerinin inanç ve değerlerini devlet için tehdit unsuru olarak görürler. Öncelikle bu direncin aşılması gerekmektedir.

İç dirençler aşıldıktan sonra, İslâm Birliğinin önündeki ikinci engel batılı ittifaklardır. Bu ittifakların hiç biri mevcut halleri ile halkı Müslüman olan devletlerin menfaatini gözetmez. Bilakis onların inançlarını terk etmelerini veya yok edilmelerini hedeflerler.

İçinde yabancı kültür ve medeniyeti temsil eden devletlerin bulunmadığı, Büyük İslâm Birliği (BİB) veya Müslüman Devletler Topluluğu (MDT) veya Müslüman Devletler Federasyonu (MDF) gibi oluşumlara EVET diyorum. Dünyanın ve fakir/mazlum milletlerin huzur ve kurtuluşunun da bu birlikte olacağına inanıyorum.

20 Mart 2009 Cuma

Afet ILGAZ

Afet Muhteremoğlu Ilgaz, 2 Ocak 1937 tarihinde Çanakkale/Ezine’de doğdu. İlköğretmen Okulu’nu, Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Klasik Diller Bölümü’nü bitirdi. İzmit’te başladığı Türkçe öğretmenliğini kısa bir süre İstanbul’da sürdürdü. Sanat hayatına, İstanbul dergisinde yayımlanan (1956) öyküleriyle başlayan Âfet Ilgaz, 1965 TDK Hikâye Ödülü’nü kazandı. Milli Gazete de yazarlık yapmaktadır.

TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ
Tanzimat'tan beri, Türk aydınlarını meşgul eden bir mesele vardır. İslam dünyası neden bu halde, Batı dünyası o halde?
Batı'nın bugünkü zenginliğinin bir “sömürgeci” zenginliği olduğunu kimseye anlatamazsınız. Rasyonel tavırları, metodik çalışmaları falan da bu ilerlemede rol oynamıştır ama bu eksik bir ilerlemedir. Hatta iddia edilebilir ki yanlış bir ilerlemedir. Çünkü asla, insani değerlere dayanmamaktadır. İnsani değerlerden en çok laf eden onlardır ama ülkelerdeki iç tehditlerin oluşmasında kullanarak batıllaştırmışlardır. Bizde insan haklarını kullandıkları gibi.
Savaşları çıkaranların daima Batı olduğunu görmüşüzdür. Haçlı Savaşlarından tutunda Dünya Savaşlarına kadar, yirminci yüzyıldaki bütün savaşlar için, bu söylenebilir. Çünkü Batı uygarlığının temelini teşkil eden bir yapıdır. Bu yapılanma, Hristiyan değerlerini de değiştirmiş reformasyon adı altında batıllaştırmıştır. Dünyanın binlerce senedir işlediği ve yaşadığı bir serüvendir bu ve iki binli yıllarda bütün korkunçluğu ile açığa çıkmıştır. Arz-ı Mev'ud hedefine kilitlenmiş ve Hristiyan inancını ve buna bağlı olarak medeniyet ve kültürünü de şekillendirmiş olan bu siyasi, tarihi, dini değişimler dünyayı açlığa, sefalete, köleciliğe, ıstıraba boğmuştur. Buna modern çağda sömürü denilmiştir. Bütün dünya bu sömürüye maruzdur.
Şimdi Türk Dünyasına da el atmış bulunuyorlar. Asya'daki Türk varlığı üzerinden Türk ve İslam Dünyasını kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Fakat “diyalektik” de işliyor. Türk Dünyasında hızlı ve bilinçli bir Müslümanlaşma almış başını gidiyor. Türk Dünyası da, Müslüman ülkelerde bu baskı ve zulümden, sömürüden yaka silken Hıristiyan Dünya ve Uzak Doğu ülkeleri de yeni alternatifler oluşturmaya, haysiyetli bir milletler birliği kurmaya çalışıyorlar.
Müslümanlık, temelinde barış ve adalet olan bir dindir ve sömürüye, köleciliğe, adaletsizliğe, işgallere bu anlamda temelinden karşı olan bir zihniyet, anlayış oluşturmaktadır. Kurulacak bir Türk-İslam Birliği, bu batıl medeniyetin dünyayı, insanlığı kuşatmasına engel olacaktır. Engel olmakla kalmayacak, insanın fıtratındaki barış, sükun, adalet isteklerine cevap verecektir ve buna bağlı olarak öncülük edecektir.
Avrupa'nın, Asya'nın, Afrika'nın, Güney Amerika'nın hatta aklı başında Hıristiyan Avrupa'nın mağdur ve mazlum ülkeleri, bu ideolojinin hakimiyetinden bıkmış olanlar, kendi milli politikalarını uygulamak isteyenler, bu, Türk-İslam Birliği olarak işe başlayan ve gerçek Yeni Dünya Düzeni olan adil düzenin akıllı dostları olacaktır.

19 Mart 2009 Perşembe

Ahmet BAYATLI

1955 yılında Kerkük’de doğdu. Musul Üniversitesi Fizik Bölümünden mezun oldu. TODAV (Türkiye Ortadoğu Dayanışma Vakfı) Başkanı’dır.


İSLAM’IN ÖZÜNDE BULUNAN RAHMET

Allah'ın yaratıcı olduğu apaçık bir hakikattir. Şüphesiz kainat ve onun içinde bulunduğu gökyüzü, yeryüzü, insanlar ve cinler Allah tarafından yaratılmışlardır.
Muhakkak ki, insanların kaynağı, baba, ana ve birdir. İnsanların tümü insani ve nesebi açısından birdirler dolayısıyla insanlar tek bir aileyi oluşturmaktadırlar. İnsanlar yokluktan var oldukları gibi aynı zamanda hepsi ölümü tadarak, tek bir mahkemede hesaba çekileceklerdir.
Kıyamet gününde kurulan mahkeme-i kübrada İlahi kanunun ve adaletin dışında hiçbir kanunun ve nizamın geçerliliği yoktur. Bir kısım insanlar, Hıristiyanların kanununa göre ve başka bir kesim Yahudilerin kanununa göre muhakeme edilmeyecektir. Herkes İlahi kanun ve nizama göre tek bir mahkemede hesaba çekileceklerdir.
İlahi kanunları öğrenerek ona göre hareket edersek ve İlahi nizama bağlanırsak hepimiz ve tüm insanlar dünya ve ahirette kurtuluşa ermiş oluruz aksi takdirde İlahi adaletin gereği cezalandırılırız.
İlahi kanun nedir? İnsanlar bu kanunu biliyorlar mı? u kainatı yaratan Allah son din olarak İslam dinini insanlığa göndermiştir ki insanlar mahkeme-i kübrada İslami esaslara göre muhakeme edilsinler.
Bu hakikate inananlar olarak biliyoruz ki, Allah(cc) Hz. Muhammed'i (sav) aleme rahmet olarak göndermiştir. “Canlı cansız tüm mahlukata Hz. Muhammed (sav) rahmet olarak gönderilmiş”. Rahmetin anlamı; mahlukata zarar veren her şeyin defi ve faydalı olanın celbidir.
Bahçevanın yetiştirdiği gül bahçesini her türlü haşarat ve yabancı otlardan koruyarak, bahçenin gelişmesi için sulayarak itina göstermesi gibi Allah(cc) da yarattığı mahlukatını zarardan koruması ve kendilerine faydalı olanı bahşetmesi için Hz. Muhammed'i (sav) onlara rahmet olarak göndermiştir ve onlara Kur'an'ı indirmiştir.
İnsanlık aleminin, yaşadığımız bu dönemde İslam'a ve İslam'ın özünde bulunan bu rahmete her asırdan daha çok muhtaç hale geldiği bir gerçektir. Bu gerçekten hareket ederek İslam'ı doğru bir şekilde tebliğ etmenin ve İslam'ı tebliğ için her türlü fedakarlığın yapılması büyük önem taşımaktadır. İslam'ı ve İslam'ın içerdiği maddi ve manevi refahını herkese tebliğ etmek farzı aynidir. Zira insanların İslam'ı bilmemeleri ve ondan uzak olmaları büyük bir hüsrandır. İslam'a davet etmenin vucubiyeti İslam'ı bilen her kişinin bildiğini herkese ulaştırmasını gerekli kılmaktadır.
Resulullah(s.a.v) buyuruyor: “kişinin kendine istediğini kardeşine istemediği sürece (kamil) iman etmiş sayılmaz”.
Hakka karşı mücadele eden geleneksel düşmanların var olduğu bir gerçektir. Sadıklar şer'i sorumluluklarını yerine getirerek Hakkı en güzel bir şekilde tebliğ etmezlerse geleneksel düşmanlarının önüne geçemezler ve onların tahribatlarını önleyemezler.
Din düşmanlarının tahribatları sonunda insanlar İslam'dan uzaklaşıp hakiki İslam'la alakası olmayan fesadı def etmeyen ve akılla bilimle alakası olmayan bir İslami anlayışa sahip olurlar. Bundan dolayı dava ve irşat görevi büyük zaruret kerb etmiştir. İslam'ı bilen her sadık Müslüman bu görevi kendi imkanları ölçüsünde yerine getirmelidir.

e-mail: info@turkislambirligi.org

18 Mart 2009 Çarşamba

Ahmet VAROL

1962’de Yusufelinde doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan Varol, “Kuran-ı Kerim Meali”, “İslam Ülkeleri Ansiklopedisi”, İslam Dünyası ve Filistin gibi çeşitli eserlerin sahibidir. Halen Vakit Gazetesi’nde yazar olarak görev yapmaktadır.

BİRLİĞİN TEMELİ İSLÂM'DIR
Çağımızda birlik, güç birliği ve ittifak geçmiş asırlara nispetle belki daha çok önem kazanmıştır. Bunun çeşitli sebepleri var. Belki en önemli sebep de tehlikelerin büyümüş olmasıdır. Bu derece büyüyen tehlikelerin, küçük ve zayıf bırakılmış devletlerin dirençleriyle bertaraf edilmesi mümkün olmuyor. Dünyanın en güçlü devletlerinin bile riskli bir operasyon planladıkları zaman birçok önemli dünya devletini yanlarına çekmeye çalışmaları ve hatta: “Bizim yanımızda değilseniz
terörün yanındasınız” diye mesaj vererek siyasi ve psikolojik baskıya başvurma ihtiyacı duymaları günümüzde tehlikelerin ne derece büyüdüğüne, buna karşılık güç birliğinin de ne kadar önem kazandığına işaret etmektedir.
Çağımızda güç birliğinin bu derece önem kazanmasının tek sebebi elbette tehlikelerin büyümesi değildir. Globalleşmenin artık aşılması mümkün olmayan yaygın bir siyaset haline geldiğini görüyoruz. Çağımızdaki globalleşmelerde ağırlıklı olarak sömürgeci politikalar etkisini göstermektedir. Bu yüzden sömürgeciliğe karşı çıkan sivil kuruluşlar ve kitlesel oluşumlar doğal olarak globalleşmeye de karşı çıkıyorlar. Bunu haksız ve yersiz görmek isabetli olmaz. Ama enerjiyi bu yöndeki çabalarla tüketmeyerek insan temelli, insana değer veren, sömürgeciliği reddeden, yerine Yüce Allah'ın bize doğa vasıtasıyla sunduğu imkânları her kişi ve ulusun hakkını gözeterek değerlendirmeyi esas alan bir alternatif globalleşme siyaseti geliştirmek gerekir. İşte böyle bir globalleşme çabasından da tahmin ediyoruz insan temelli ve sömürgeciliğin önünde set oluşturacak bir güç birliği çıkacaktır.

“Birlik” her zaman bir ortak kimlik temeli üzere oluşur. İnsanlığın en geniş çaplı ve kapsamlı ortak kimliği insan olma sıfatıdır. Ama ne yazık ki kayıtlara geçmiş tarihte bu kimlik üzere bir ittifakın oluşturulduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır. Bu yüzden daha dar kapsamlı ortak kimlikler esas alınarak birlikler oluşturulmasına çalışılmıştır.
Bazılarında aynı inancı paylaşma, bazılarında aynı ulusa mensubiyet, bazılarında belli bir coğrafi bölgeyi paylaşma, bazılarında da daha başka ortak kimlikler esas alınmıştır. Bunların içinde en yaygın olanı da inanç temeline dayanan ortak kimliktir. Ayrıca bu ortak kimlik her zaman diğerlerinden daha güçlü olmuştur. Bu konuda ortak kimliği paylaşanların farklı otoriteler altında dağılsalar bile kendi aralarındaki bağlarının diğer bağlara nispetle çok daha güçlü olduğunu görürüz.
İslâm da, mensuplarını güçlü bir ortak kimliğe kavuşturmuş ve tümünü birden kardeş ilan etmiştir. İslâm literatüründe bu dine mensup olanların tümüne birden “ümmet” sıfatı verilmiştir. Ümmet kelimesi ise “umm” yani “anne” kelimesinden türemedir. Yani aynı anneden, aynı soydan gelme bir topluluk gibi. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de Müslümanların tek bir ümmet olduklarını özellikle vurgulayarak şöyle buyurur:
“İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin.” (Enbiya, 21/92)
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de Rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü'minun, 23/52)
Bu itibarla Müslüman halkların din ve inanç temelinden soyutlanmış bir güç birliği ve ittifak oluşturmaları söz konusu olamaz. Ancak bu temel hiçbir zaman çağımızdaki hâkim sistemlerin esas aldığı gibi sömürgeci bir tahakküm anlayışına dayanmaz. İslâm özü itibariyle bir adalet nizamıdır. İnsanlardan istediği de aralarında adaleti hâkim kılmalarıdır. Müslümanlardan da bir vasat ümmet olarak insanlar arasında adaleti hâkim kılmaları ve onlar için bu konuda gözcü olmaları istenmiştir. Yüce Allah bu konuda da şöyle buyurur:
“Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık.” (Bakara, 2/143)
Burada dikkat edilirse Müslümanların iki önemli özelliklerine dikkat çekilir: Birincisi: İnsanlar üzerine şahitlik etmeleri ki şahitlik adalete tabi olmayı gerektirir. İkincisi: Orta yani vasat ümmet olmaları.
Bununla da kastedilen tüm aşırılıklardan uzak, örnek alınmaya elverişli dengeli bir yapıya, çizgiye ve anlayışa sahip olmalarıdır.
Yine bir âyet-i kerimede de Yüce Allah şöyle buyurur:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ve Allah'a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etmiş olsaydı şüphesiz kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır ancak çoğunluğu fasıktırlar.” (Ali İmran, 3/110)
Burada dikkat edilirse Müslümanlara hitap edilirken “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olduklarına işaret ediliyor. Devamında da niçin böyle oldukları hakkında bilgi veriliyor. Demek ki Müslümanların bir ümmet olarak taşıdıkları hayır sadece kendilerine özgü değil insanlığa şamildir. Ama bu hayrı taşıyabilmeleri için kendilerine yüklenen görevi de ihmal etmemeleri gerekir. Eğer söz konusu vasıfları taşıyan hayırlı ümmet günümüz dünyasında yönlendirici konumunda olsaydı bugün her gün televizyon ekranlarına gelen ve artık bakmaya tahammül edemediğimiz o vahşet manzaraları ortaya çıkar mıydı? Görünen o ki sadece Müslümanların değil tüm insanlığın İslâm'ın adaletine, İslâm ümmetinin hayrına ihtiyacı var. Ama ne yazık ki ortada gerçek anlamda bir “ümmet” veya “ümmet bütünlüğü” olmayınca o hayır da kendini gösteremiyor.
Hayırlı ümmet vasfına uygun toplumsal yapıyı oluşturma ve Allah'ın istediği adaleti en güzel şekilde uygulama konusunda en güzel modeli Resulullah (s.a.s.) ortaya koymuştur. Bu itibarla onun ortaya koyduğu model bir örnek ve bir kaynaktır. O model adalet, nizam, hakkaniyet ve siyaset alanında her zaman için bir terazi, bir temel ölçüdür. Sonrakilerin doğrularını ve yanlışlarını işte bu teraziye vurarak tespit edebiliriz.
Ondan sonrakiler ise birer tecrübedir. Bu tecrübelerin iyi yanları da olmuştur, kötü yanları da. Doğruları da olmuştur yanlışları da. İnsanlık tarihi zaten bir tecrübeler bütünüdür. Bu tecrübelerden mutlaka bir şeyler alınabilir ama hiçbir tecrübe mutlak ve yanılgısız model olarak öne sürülemez. Osmanlı modeli veya tecrübesi de böyledir. Siyaset ve yönetim alanında bazı tecrübeler vardır ki doğruları, bazıları da vardır ki yanlışları daha fazladır. Biz Osmanlı tecrübesinin doğruları daha fazla olan kategoriye girdiğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu tecrübeden istifade edilmeli, içinden bir şeyler çıkarılmalıdır. Ama bir mutlak model, örnek stil ve ölçü olarak alınması söz konusu olamaz. Çünkü örnek ve ölçü mahiyeti taşıyan mutlak model Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu modeldir. İşte bu modele tarihte yaşanan tecrübeleri uyguladığınız, böylece doğruları alıp yanlışları terk ettiğiniz zaman her iki zenginliği birden değerlendirme imkânınız olacaktır.
Yüce Allah'ın ilahi vahyi tüm insanlığa yöneliktir. Hiçbir ulusun, devletin veya toplumun tekelinde değildir. İnsanlar inanç ve amelleri ölçüsünde bu kutsal vahye göre konum ve derece kazanırlar. Aklın ürünlerinden ibaret olan başarılar ve deneyimler de zaman içerisinde insanlığın ortak değeri haline gelir. Dolayısıyla bunların hiçbiri tevarüs yoluyla bir kişiden diğerine yahut bir ulustan diğerine veya bir devletten diğerine geçmez. Esas olan söz konusu iki zenginlikten gereği gibi istifade etmesini bilmek ve bunları geliştirerek yeni nesillere taşımaktır. Herhangi bir uygarlık veya devlet mirası üzerine hak sahibi olmak ise reddi miras etmeme şartını gerektirir.
Sonuç itibariyle şunu ifade edelim ki, günümüzde Müslümanların emperyalist politikalara göre çizilmiş sınırları aşarak, Yüce Allah'ın: “Mü'minler ancak kardeştirler” hükmüne kulak vererek kardeşlik temelli bir birliktelik oluşturmaya, bu birliktelikten doğacak gücü de tüm insanlık üzerinde adaleti hâkim kılma yolunda değerlendirmeye ihtiyaçları var. Bunu başarabilmek için tarihte fitnenin kaynağı olarak kullanılmış birtakım ayrımcı zihniyetlerden kurtulup, birleştirici, yaklaştırıcı sebeplere yapışmak gerekir. Adaleti hâkim kılma konusunda Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu örneği dikkatle incelemeli, tarihte kazanılmış tecrübeleri de bu örneğe göre değerlendirmelidirler. Üstünlüğün şu veya bu unsura mensup olmakta değil takvada yani Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma konusundaki hassasiyette aranması gerektiği de asla unutulmamalıdır.

17 Mart 2009 Salı

Ali BULAÇ

1951 yılında Mardin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde (1980) yaptı. 1976’da Düşünce dergisi ve Düşünce yayınlarını, 1984’te İnsan yayınlarını kurdu. 1987 yılında Zaman gazetesinin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl gazetenin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap dergisini, yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak ve Zaman gazetesinde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı. 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği “Fikir Ödülü”nü aldı. Zaman gazetesinde günlük yazılar yazmaktadır.

İSLAM BİRLİĞİ BİR HAYAL DEĞİLDİR

İçine girdiğimiz yeni dönemin önemli özelliklerinden biri, beşeri/toplumsal örgütlenme modellerinin köklü bir değişimden geçmekte olduğu hususudur. Geride bıraktığımız iki yüz yıl boyunca belli coğrafi bölgelerde yaşayan insan toplulukları ulus devletin öne çıkardığı formu temel alarak örgütlendiler. Ulus devlet yalnızca siyasi/idari bir aygıt olmanın ötesinde tarihte örneklerine rastlamadığımız yeni bir toplumsal örgütlenme modelini de öne çıkardı.

Ulus devletin örgüt felsefesi, “birey merkezli insan teki özne”nin özerkliği fikrinden hareketle, geleneksel bütün topluluk biçimlerini dağıttı. Geniş aile, cemaat, lonca, aşiret, kabile ve manevi/mesleki teşekküllerin hayat alanlarını ortadan kaldırarak insan teki durumuna düşürdüğü insanların toplamından bir “toplum” ortaya çıkardı. Sosyolojik anlamda inşa edilen “toplum”un hukuki ve siyasi tanımı “ulus” olarak ifade edildi. Bu gelişmede dikkati çeken nokta şu ki, toplum ve ulusun varedici aktörü devletin kendisidir. Başka bir ifadeyle, köklü bir modernleşme projesi olarak önce devlet(ler) ortaya çıktı, ardından bu devlet(ler), toplum(ları) ve ulus(ları) inşa ettiler.

Geldiğimiz noktada ulus yapısı ve bu yapının kendini ifade ettiği ulusal kimlik bilinci büyük bir sarsıntı geçirmektedir. Sermaye, mal, hizmet, bilgi, kültür ve iletişimin baş döndürücü hızla yer küresini etkisi altına almaya başlamasıyla ulusal yapılar ciddi sarsıntılar geçirmekte, bu sarsıntılara eş zamanlı olarak yeni kimlik bilinci ve örgütlenme modelleri öne çıkmaktadır.
Yeni dönemde üç temel gelişmenin kendini açıkça hissettirdiğini görüyoruz: Bunlar da, “küreselleşme”, “bölgesel entegrasyonlar” ve “yerelleşme” yönündeki güçlü eğilimlerdir. Küreselleşmeye ilişkin lehte ve aleyhte söylenecek çok şey var. Yerelleşmenin de hangi ölçülerde ulusal kimliğin ikamesi olacağı veya tatminkar sonuçlar vereceği hala tartışma konusu. Ancak pratikte bölgesel entegrasyonların belli bir mesafe aldıklarında kuşku yok. AB bunun somut örneklerinden biridir, diğer teşebbüsler için de önemli bir laboratuardır.

Ortak tarihi miras, benzer toplumsal yapılar, kültürel yakınlık, dini köken, coğrafi bütünlük ve ekonomik hedefler, politik iradenin desteğinde bazı ülkeleri ve toplumları bir araya gelme konusunda zorlamaktadır .

Avrupa, Yahudi-Hıristiyan ve Yunan-Roma
mirasına dayalı olarak rönesans, reform ve aydınlama çerçevesinde kendine anlaşılabilir bir temel bulmakta, son 400 sene içinde kıta içinde ve dışında yaşadığı savaşları bir daha tekrar etmemek, mevcut refahını koruyup sürdürmek ve belki de küresel bir aktör olmak üzere devasa bir entegrasyona doğru gitmektedir. Türkiye'nin bu entegrasyon projesinde hangi ölçeklerde doğal bir yere sahip olacağı, AB'nin kurucuları ve kamuoyu tarafından eşit ortak ve tam üye kabul edileceği konuları henüz yeterince tartışılmış, şu veya bu sonuca bağlanmış değildir. Türkiye'nin müzakere tarihi alması ve hatta şekil şartları itibariyle, yani hukuken AB'ye tam üye olması onun gerçekten bu dünyaya ait olduğu, olacağı anlamına gelmiyor.

Küresel süreç önümüze yeni sorunlar koymakta, ülkeleri yeni tercihlere zorlamaktadır. Tercihin iktidar seçkinleri tarafından yapılmış olması hiçbir zaman son ve ebedi kararın verildiği anlamına gelmez. Halkın ne düşündüğü, kendini nerede, kimlerle, ne kadar rahat ve özgür hissettiği önemlidir. Politik irade tarafından yapılmış bir seçim zamanla halkın ortak iradesi ve kararıyla değişebilir. Ancak bugünden bu konuda kesin şeyler söylemek sadece fikri tahmin seviyesinde kalacağından, asıl Türkiye gibi bir ülkenin nihai noktada nerede ve kimlerle birlikte olması gerektiği konusunu şimdiden zihni bir sorun haline getirmek ve bu sorun çerçevesinde fizibiletesi yüksek fikirler yürütmek, imal-i fikretmek gerekir.
Trkiye'nin Orta Asya Cumhuriyetleri ile İslam Dünyası'na dönmesi bugün için çok güç görünse bile, hiçbir zaman hayal değildir. Bu havzanın seçkin zihinleri ve halkları bu yönde ortak irade gösterdiklerinde yolun yarısı katedilmiş demektir. Şimdi bu yönde bir irade görünmüyorsa da, pek de uzak olmayan bir gelecekte küresel ölçekteki zorunlu gelişmeler söz konusu iradenin teşekkül etmesinde önemli rol oynayacak, Türkiye'yi buna zorlayacaktır.