12 Mart 2009 Perşembe

Bülent YILDIRIM

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Yıldırım, 1992 yılından bu yana insani yardım çalışmaları koordinatörlüğü yapmaktadır. Bu vesile ile dünyanın pek çok bölgesinde bulunmuştur. Halen İnsani Yardım Vakfı’nın Başkanlığını yürütmektedir.

HAYALDEN GERÇEĞE İSLAM BİRLİĞİ

Bundan 100 yıl öncesine kadar oldukça bütünlüklü bir yapı gösteren ve büyük oranda birlik halinde yaşayan İslam dünyası, 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Hollanda sömürge güçlerince askeri saldırı, siyasi entrika, içeriden ihanetler, stratejik kuşatma ve her türlü zulümle parçalandı.
1700'lü yılların sonundan itibaren Bengal'in İngiliz işgaline girmesiyle kademeli biçimde başlayan Batılı güçlerin İslam dünyasını parçalama sürecinde Birinci Dünya Savaşı bir dönüm noktası oldu. Savaş ardından İslam dünyasının bütünlüğünün sembolü olan Osmanlı devleti parçalanmış ve bu devasa coğrafyada güçsüz olduğu kadar, birbirine düşman onlarca devletçik ortaya çıkmıştır.
Bu biçimde 1800'lü yılların başından başlamak üzere, yaklaşık 150 yıl fiili işgal altında yaşadıktan sonra bağımsızlığını II. Dünya Savaşı'ndan sonra ama parçalanmış bir şekilde kazanan İslam ülkeleri, giderek daha fazla oranda uluslaşma dönüşümüne şahitlik etti.
Fransız devrimiyle 1789'da oluşan bu ulusalcı dalganın ve olumsuz etkilerinin Osmanlı topraklarına ulaşması 1800'lü yılları bulmuştu. Felsefi ve fikri temelleri bu şekilde atılan birbirinden ayrılma süreci, sömürge yönetimlerinin “böl-parçala-yut” politikaları ile birleşince, İslam coğrafyasında fiili bölünme I. Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşmesi kaçınılmaz hale geldi.
Müslüman halklar, kendilerini o güne kadar tek bir ümmet olarak görmüş ve farklı etnik unsurlara mensup olmanın parçalayıcı değil, bilakis bir halının farklı renkleri gibi birbirini bütünleyen bir unsur olduğuna ve “birbirinizle tanışasınız diye sizi farklı kıldı” ayetinin tecellisi olduğuna inanmışlardı. Ama Batılı ülkelerin işgaline tepkilerin yükselişte olduğu bir dönemde direniş hareketlerinin önemli bir bölümünde başı çeken Milliyetçi ve ulusçu akımlar, inanan halkların desteği ile sömürgecilere karşı başarı kazandıktan sonra, cephe arkadaşlarını tasfiye ederek ayrı birer “ulus devlet” haline dönüştüler.

Son yüzyıla kadar çok milletli imparatorluklar altında bütün halinde yaşayan Müslüman halklar, yüzyıllardır din kıstasına göre diğer milletlerle ilişkilerini belirlemiş olduklarından ayrı bir ulus olma bilinci kazanmaları modern devletlerin inşa sürecinde en önemli harç olarak görülüyordu. Nitekim kolonyal dönemin paylaşım haritaları, II. Dünya Savaşı'ndan sonra modern dönemin siyasal sınırlarına dönüştü. Bu kadar çok parçalı yapı İslam tarihinin hiçbir döneminde görülmediği için, Müslümanlar arası işbirliği ve yardımlaşma kavramı da 1960'lı yılların sonundan itibaren gündeme geldi. Sömürge döneminde ortaya çıkan Pan-İslamist akımların modern dönemin İslam Birliği arayışlarının ilk nüvesini oluşturduğuna kuşku yok.
İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) üye ülkelerin resmi olarak nüfusu 1,2 milyardır. Diğer ülkelerde yaşayan Müslüman nüfusu bu sayıya eklediğimizde 1,5 milyarlık bir insan potansiyeli ortaya çıkmaktadır. Müslüman ülkelerin büyüme hızı hesaplandığında 2025 yılına kadar dünyadaki toplam Müslüman nüfusunun 3 milyara yaklaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da o günkü dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturacaktır. Nitelikli insan oranı az olan yığınların fazla bir anlam taşımadığı dünyamızda, milyonlarca kilometre karelik geniş bir coğrafi alana ve onlarca devlete yayılmış bulunan İslam Alemi'nin içinde bulunduğu çok çeşitli, siyasi, ekonomik ve sosyal şartlar, kendi aralarında ekonomik ve sosyal işbirliğine gidilmesi konusunda çift yanlı bir bıçak gibi hem olumlu hem de olumsuz yönde etki yapmaktadır.
Bu farklılıklar, kimi zaman uluslar arası düzeyde İKÖ gibi işbirliği ve dayanışmaya dayalı kuruluşların ortaya çıkmasını kolaylaştırıp birbirine yaklaşma dürtüsünü arttırırken, kimi zaman da ortak bir sorun konusunda ortak bir karar alınmasını önleyecek derece ihtilaflara neden olmaktadır. Örneğin 1980 yılında Afganistan'ın işgalini görüşmek üzere İslamabad'ta toplanan İKÖ zirvesi işgalci Sovyetler Birliği'ne karşı ortak bir tavır alınmayı dahi becerememiştir. Yine, yıllardır yapılan zirve toplantılarında Filistin konusunda çok sert kararlar alındığı halde, İKÖ ülkeleri bir türlü İsrail'e karşı ortak bir politika uygulamayı başaramamıştır. Üstelik bugün İsrail ile İslam ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 1 milyar doların üzerindedir.
Son Irak savaşında da İslam ülkeleri, kendi sorunlarını çözme konusunda yine başarısız bir performans göstermişler ve sürekli kendilerinden farklı platformlarda alınan kararların edilgen unsurları olmuşlardır.
Bunların sebebine bakıldığında değişik siyasi çıkarları olan birçok ülkenin zirvelerde kendi görüşlerinde diretmesi ve bu inadın İslam ülkeleri arasında bölünmelere neden olmasıdır. Bugün İslam ülkelerinin; birlik oluşturmak şöyle dursun kendi aralarında ekonomik ve siyasi işbirliğine girmelerini ya da en azından mevcutları geliştirmelerini olumsuz yönde etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bu nedenle İslam ülkeleri arasındaki ilişkileri olumlu ve olumsuz etkileyen faktörleri başlıca coğrafi, kültürel, ekonomik, siyasi ve aktüel faktörler olarak belirleyebiliriz.

İslam coğrafyasının yatay genişliğine bağlı olarak, bu sınırların içine giren unsurların bir araya getirilmesi de o derece zor olmaktadır. Doğu'da Endonezya'dan, batıda Fas'a kadar geniş bir alana yayılmış bulunan İslam ülkeleri arasındaki mesafenin çok uzak olması bu devletlerin bir araya gelmesi ve işbirliği imkanlarını tartışması zorlaşmaktadır. Doğaldır ki, uzak olan ülkelerle istenilen işbirliği her zaman mümkün olamamaktadır.
Kültürel faktörler, coğrafi olana kıyasla olumlu yönleri daha fazla olan bir unsurdur. Kültürel faktörlerin kuşkusuz en önemli katkısı, tüm İslam halklarının ortak bir kültür içinden yani İslam kültüründen geçerek gelmiş olmalarının sağlayacağı katkıdır. Bunların başında söz konusu tüm ülkelerde yaşayan Müslüman halkların ortak bir inancı ve bu inancın geçmişini paylaşıyor olmaları en güçlü tutkalı oluşturacaktır. Halklar arasındaki bu ortak payda yönetimleri de ister istemez işbirliğine zorlamaktadır. Örneğin İslam ülkelerinden her hangi birinde meydana gelen bir savaş, tabi afet ya da olağanüstü diğer hallerde Müslüman halkların hiçbir dayatma olmadan yardım mekanizmalarını harekete geçirerek, aynı inancı paylaştığı kişilerin yardımına koşması, yönetimlerini buna zorlaması aradaki inanç birliğinin gücünden başka bir şeyle açıklanamaz.
İslam ülkeleri arasındaki ekonomik dengesizlik ve değişik üretim düzeyleri de işbirliği ve yakınlaşmayı hem olumlu hem de olumsuz manada etkilemektedir. Olumlu katkı, birçok İslam ülkesinin kendi topraklarında bulunmayan hammaddeyi veya ürünü yakınında bulunan bir İslam ülkesinden karşılamak zorunda kalarak onunla işbirliğine yönelmesidir. Böylece karşılıklı ekonomik ve siyasi ilişkiler ister istemez gelişecektir. Yine ortak bir dine mensup olan iş adamları, psikolojik olarak kendilerine yakın hissettikleri ülke ya da şahısları tercih edecektir. Olumsuz etkisi ise böyle bir ekonomik dengesizliğin fakir/zengin halklar arasındaki karşılıklı kin ve husumeti arttırarak yönetimler arasındaki işbirliğini zorlaştırmasıdır.
Siyasal unsurlar, İslam ülkeleri arasındaki birlik oluşumunu genellikle olumsuz etkileyen bir işlev görmektedir. 40 küsur devlete bölünmüş bulunan İslam Alemi, bir o kadar çeşit yönetim biçimine de ev sahip bulunmaktadır. Yönetim modellerinin farklı olması, uygulanan dış politika ve siyaset şekillerini de farklılaştırmakta, sonuçta çok yönlü çıkar çatışmasına yol açmaktadır. Bu olumsuzluğa, çeşitli İslam ülkelerinin batılı ülkelere bağımlı olması ve onlardan bağımsız politika üretememesini de eklediğinizde İslam ülkeleri arasındaki işbirliği imkanları ciddi bir zorlukla karşılaşmaktadır.
Tüm bunlar ışığında, Türkiye'nin İslam aleminin mevcut siyasi ve ekonomik haritası çerçevesinde yeni bir birlik için merkezi rol üstlenmesi gerektiği de ortadadır.