13 Mart 2009 Cuma

M. Fatih CAN

Tarih ve Düşünce Dergisi imtiyaz sahibi.
YAHYA KEMAL'İN İDRAK ETTİĞİ
Büyük şairimiz Yahya Kemal Bey, o karanlık mütareke yıllarındaİstanbul'da münteşir “İleri Gazetesi”nde ”Hilafete Yakın Bir Gün” serlevhasıyla kaleme aldığı yazısında şunları söylüyor:
“… Revan Köşkünde gezerken kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisinin içine, bir ruh gibi, muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lazım. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görülüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfi Beye söyledim ve bu Kur'an sesinin nereden geldiğini sordum:
“Hırka-i Saadet Dairesi”nden dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil, ruhani yeşil bir daire; pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki aleme dalmış bir ruhun istirahatıyla okuyor; diğer bir hafız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.
Rehberim Lütfi beye sordum: “Hırka-i Saadet'de ne zamanlar bu hatim indirilir?” Lütfi Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: “Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü bila fasıla…”
Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfi Bey biraz malumat verdi: “Yavuz Sultan Selim Hilafetin alamatı olan Hırka-i Şerif, Sened-i şerif ve diğerlerini Mısır'dan İstanbul'a hatimler indirterek getirmiş, mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur'an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş. İşte o günden bu ana kadar bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur'an okunuyor. Bu hafızlar el'an kırk kişidir. Daima ikişeri nöbetleşe vazifeleri ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti” dedi. Bu gece bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş.
O günden beri bu düşünce bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri Hilafet'in Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilafet makamı olan İstanbul'da böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur'an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş, ihtilaller, hall'ler, kıtaller bu Kur'an sesini susturamamış”.
Bu hadiseyi idrak ettikten sonra İstanbul'dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum. Komünizm konseptinin çöküşünden sonra İslamiyet'i ve onun şahsında İslam alemini birinci hedef ittihaz eden Batı emperyalizminin bu asırdaki koçbaşı olan Anglo-Sakson&Jewish (Yahudi) ittifakı gemi azıya almış bulunuyor. Bir “Cihan-ı husumet” halinde ve bazen açık bazen sinsi bir şekilde amansızca abanıyorlar.
Bu abanışın asli hedefi, Müslüman dünyasının tabii lideri ve başı olan Türkiye'dir. Bunu görmeyen hiçbir şeyi göremez. Çevreden merkeze doğru gittikçe daralan bir kuşatma tüm yönleriyle ve şiddetle hissediliyor.
Magrip'ten Endonezya'ya kadar yayılan açık ya da örtülü istila yalnız manevi kıymetleri tahriple kalmıyor, maddi değerleri de hırsızlama ameliyesine tabi tutuyor. Dünyanın kaydettiği bu gidiş tehlikeli. Düşman acımasız ve pervasız. Her gün duya duya, izleye izleye alıştığımız “günlük soykırımlar” sanki bir korku filminin muhtelif sahnelerini seyrediyormuşuz hissi körlüğünü de beraberinde getirdiği için vehametin boyutları daha da büyük.

İslam dünyasının başı ve mümessili olmak yerine Batının ıvazsız, garazsız metbuu olmayı tercih eden Türkiye her ne kadar müstenkif kalmaya çalışsa da tarihi ve kaderi onu dünya tiyatrosunun bu son sahnelerinde de başrole zorluyor. Bu bir kuru benlik, kavmiyetçilik ya da temenni değildir. Vazıh surette kendini dayatan bir gerçektir. Ve, her ne kadar Emanat-ı Mukaddese Dairesi'nde kırk hafız yirmi dört saat hatim indiriyor olmasa da Sancak-i Şerif buradadır.
Baş altına yenilen yumruklar bir boksörü nakavt etmeye yetmez. Eğer darbeler kafaya isabet etmeye başlamışsa nakavt yakındır. Geldiğimiz noktada Müslüman alemi başına darbe almaya başlamıştır. O halde stratejik ve taktik değişiklik şarttır. Fil hakika “bu boksör”de maçı kazanmak için gerekli her hassa mevcuttur. Yeter ki Yahya Kemal'in idrak ettiği ruhu idrak etmiş antrenörlere sahip olsun.
Sözü genç ve derin şair Osman Bülent Manav'ın “Bize dair” başlıklı dizeleriyle noktalayalım:
Merhamet yağmurdur, öfke fırtına,
Aşkı yalnız dağlar anlayabilir.
Ve sabır topraktır coğrafyamızda,
Onunla iksire dönüşür zehir.
Korku uçurumdur, ıstırap deniz,
Hüzün günbatımı, ayrılık rüzgar.
Biz sakin koylarda büyüyemeyiz,
Delilik ve saflık var suyumuzda.