7 Mart 2009 Cumartesi

Necmi SADIKOĞLU

1954 yılında Rize’de doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği’nden mezun oldu. Sanayici ve iş adamı olan Sadıkoğlu, Hacıoğulları Boya Kimya Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı’dır. 89 vakfın üye olduğu bir üst platform olan TGTV’de vakıf başkanı ve UTESAV Mütevelli Heyet Başkanı olarak görev yapmaktadır.

KENDİMİZ OLMANIN ONURU

Türk ve İslam, asırlara hükmeden cihangir ve cihanşümul medeniyetimizin vazgeçilmez iki temel unsurudur. Bu, bir maddeyi meydana getiren iki ana element gibi bir şeydir. Yani ne birini yok sayabilirsiniz, ne ötekini dışlayabilirsiniz. Çünkü o zaman bizi biz yapan, cevherin kimyasını bozmuş olursunuz. Bu tespit tarihi ve sosyolojik bir gerçektir. Asla ırki ve şoven bir yaklaşım değildir. Kültür kodlarımızı ve ahlak sistemimizi oluşturan, vazgeçilmez, inkar edilemez iki özgün kaynaktır. Varlık sebebimizdir. Milletler platformunda, bize milli ve manevi kimliğimizi kazandıran mensubiyet mührümüzdür.
Nereye varacağı ve nerede duracağı belli olmayan bulanık, puslu ve kuşkulu bir dünyaya entegre olacağız diye, bu özgün ve onurlu kimliğimizi değiştiremeyiz. Zaten, yeryüzünde böyle bir değişimi yapan hiçbir millet yoktur.
Özünde adil bir insanlık ideali ve sonsuzluk ümidi taşıyan böylesine önemli bir terkibi bozmaya kalkışmak, büyük bir dalalet, büyük bir şaşkınlık, büyük bir trajedidir. Biz bu kültür dairesinin bu sosyal ve ahlaki nizamın dışına çıkamayız; bu kimliği üzerimizden, eski bir elbise gibi çıkarıp atamayız. Bu iki temel unsur, aynı zamanda şahsiyetimizi ve haysiyetimizi oluşturan sosyal bir sentezdir. İnsan terkibinin, cemiyet DNA'sının ve dünya görüşünün dışına çıkınca kendiliğini kaybeder, başkalaşır ötekileşir, kültürel yozlaşmaya ve ahlaki çözülüşe/çöküşe maruz kalarak tarih sahnesinden silinir.
Bilindiği gibi milletleri millet yapan iki temel unsur dil ve dindir. Bizler dünyanın en zengin en güzel dillerinden biri olan Türkçe ile konuşur, anlaşır, aynı zamanda İslam ahlakı ile manevi donanımımızı tamamlar; aynı kültüre, aynı medeniyete mensup olma şuuru ve mensubiyet duygusu ile birbirimize yakınlaşır, ortak değerler çerçevesinde kardeş oluruz. Bu yönüyle Türk ve İslam faktörü, toplumda birleştirici, kaynaştırıcı bir vazife görür.
Tabii ki, yeryüzünde tek ırktan, tek mezhepten oluşma hiçbir ülke yoktur. Milletler oluş sürecinde alt kimlikleri de bünyesine alır, gönüllü bir katılım içersinde onları potasında eritir ve kendisi yapar. Türk kimliği işte böyle bir üst kimliktir, tabiri yerindeyse şemsiye vazifesi gören koruyucu kimliktir. Osmanlıdan intikal eden bu kuşatıcı, adil üst kimlik düsturu ile alt kimlikler ortak duygu ve düşünce içersinde, sevgi-kardeşlik hisleriyle ana bünyeye katılır. Ortak kültür havuzunda birleşir, aynı renge bürünür. Hiç şüphe yok ki, toplumdaki birleştirici, benzer kılıcı, insanları birbirine ısındırıcı tasada ve sevinçte bir araya getirici ruh, İslam'dır. Yıllarca İslam'ın hamiliğini yapan Türkler de, bu çimentonun katkı maddesi hükmündedir. İki temel unsurun inanç ve iman birliği sayesindedir ki, dünyayı kendine hayran bırakan, 600 yıllık muhteşem cihan hakimiyeti gerçekleştirilmiştir.
Bu tarihi ve sosyolojik faktörlere rağmen, ülkemiz çok yönlü bir kuşatma altındadır. Güçlü Türkiye üzerinde uzun vadeli emelleri olanlar, bu birleştirici ana unsurları birbirinden koparıp, parçala ve yut ilkel anlayışı içinde planlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Herkes bunun farkında ve idrakinde olmalıdır. Çünkü bozgun ve çöküşte, kürtün kaderi Türkün kaderinden farklı olmayacaktır. Lazın kaderi, Abazadan değişik olmayacaktır. Çıkış ve çözüm birliktedir, ayrılıkta değil. Cihan hakimiyeti kuran iradenin temelinde “insanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi vardı. İslam'a göre de “insanlar kardeştir”.
Öyleyse ayrılıkları birilerinin kasten kışkırttığı göz ardı edilmemeli. Düşmanların tuzağına düşülmemeli. Binlerce sene aynı kaderi bölüşüp, aynı kaynaktan beslenen, aynı Allah'a inanan insanlar nasıl olurda birden bire iki düşman kampa bölünebilir. Unutmamalı ki, bu bölünüşte ortak düşmanın bir menfaati var, başka hiç kimsenin değil. Bunun içindir ki, nüansları bir kenara bırakıp, müşterek kıymetlerimizin ilhamıyla birlikte, bir arada yaşama ve var olma erdemini devam ettirmeliyiz. Kargaşa ve kaostan biz değil, başkaları karlı çıkacaktır.
Bu gayret içersinde olmak ve medeniyetimizin adil ve ali terkibiyle tanışmak, kendi kültür ırmaklarımızdan beslenmek durumundayız. Bu özü, bu mahiyeti muhafaza etmek, asla dış dünyaya kapalı bir kültür olmak anlamına gelmiyor. Gerektiğinde dış aleme de açılmaya hazır olmalıyız.
Önce kendimizi tanıyacak, sonra dünyayı tanıma gayreti içinde olacağız. Mevlana hazretlerinin ifadesiyle, “bir ayağımız İslam'da ve kendi kültürümüzde olmak şartıyla, öteki ayağımızla bütün dünyayı dolaşacağız “. Ulusal kimlik şuuru oluşmadan, bir heves ve macera arayışı ile ağyar diyarlara açılmak, kendi ikliminden, kendi ruh kökünden kopuşu ve ardından yok oluşu getirir.
Bunun için Müslüman Türk milletinin başka diyarlardan, başka medeniyetler alacağı bir değer yoktur. Tam aksine ahlaki boyutu, manevi muhtevası ile eksik ve zalim olan medeniyetlerin, bizim faziletli medeniyetimizden alacağı, öğreneceği insanlık dersleri vardır. Bilindiği üzere Osmanlı, bir merhamet medeniyeti idi. İnsanları ihya için vardı, ne yazık ki, bugünkü küresel vahşi medeniyetler ise, insanlığı imha yoluna gitmektedir.
Güçlü bir birliktelik, küresel dünyada milletimizi etkili, itibarlı ve onurlu yerine taşıyacaktır. Medeniyet idraki, medeniyet perspektifi olanlar, Türk ve İslam coğrafyasındaki yok edilemez ülke insanının biricik vazifesi olmalıdır. Çünkü başka Türkiye yok. Fazilet ve adalet timsali Osmanlı tecrübesinden ilham alarak, o barışık dünyayı yeniden inşa edebiliriz. Bunun için, farklılıklarımızı değil, ortak yanlarımızı, binlerce yıllık müştereklerimizi öne çıkarmamız, onun ışığında birleşip, güven tazelememiz gerekir.
Unutmamalı ki, milletlere şahsiyet ve haysiyet kazandıran “kendisi olmak ve kendisi olarak kalmaktır”. Başka bir medeniyete eklemlenmek, “cihan hakimiyeti kurmuş bir milletin çocuklarına” asla yakışmaz. Sözü, birlik-kardeşlik temennisi ve Yunus Emre'nin güzel bir şiiriyle bitirelim: “beri gel barışalım, yad isen birleşelim”.