18 Mart 2009 Çarşamba

Ahmet VAROL

1962’de Yusufelinde doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan Varol, “Kuran-ı Kerim Meali”, “İslam Ülkeleri Ansiklopedisi”, İslam Dünyası ve Filistin gibi çeşitli eserlerin sahibidir. Halen Vakit Gazetesi’nde yazar olarak görev yapmaktadır.

BİRLİĞİN TEMELİ İSLÂM'DIR
Çağımızda birlik, güç birliği ve ittifak geçmiş asırlara nispetle belki daha çok önem kazanmıştır. Bunun çeşitli sebepleri var. Belki en önemli sebep de tehlikelerin büyümüş olmasıdır. Bu derece büyüyen tehlikelerin, küçük ve zayıf bırakılmış devletlerin dirençleriyle bertaraf edilmesi mümkün olmuyor. Dünyanın en güçlü devletlerinin bile riskli bir operasyon planladıkları zaman birçok önemli dünya devletini yanlarına çekmeye çalışmaları ve hatta: “Bizim yanımızda değilseniz
terörün yanındasınız” diye mesaj vererek siyasi ve psikolojik baskıya başvurma ihtiyacı duymaları günümüzde tehlikelerin ne derece büyüdüğüne, buna karşılık güç birliğinin de ne kadar önem kazandığına işaret etmektedir.
Çağımızda güç birliğinin bu derece önem kazanmasının tek sebebi elbette tehlikelerin büyümesi değildir. Globalleşmenin artık aşılması mümkün olmayan yaygın bir siyaset haline geldiğini görüyoruz. Çağımızdaki globalleşmelerde ağırlıklı olarak sömürgeci politikalar etkisini göstermektedir. Bu yüzden sömürgeciliğe karşı çıkan sivil kuruluşlar ve kitlesel oluşumlar doğal olarak globalleşmeye de karşı çıkıyorlar. Bunu haksız ve yersiz görmek isabetli olmaz. Ama enerjiyi bu yöndeki çabalarla tüketmeyerek insan temelli, insana değer veren, sömürgeciliği reddeden, yerine Yüce Allah'ın bize doğa vasıtasıyla sunduğu imkânları her kişi ve ulusun hakkını gözeterek değerlendirmeyi esas alan bir alternatif globalleşme siyaseti geliştirmek gerekir. İşte böyle bir globalleşme çabasından da tahmin ediyoruz insan temelli ve sömürgeciliğin önünde set oluşturacak bir güç birliği çıkacaktır.

“Birlik” her zaman bir ortak kimlik temeli üzere oluşur. İnsanlığın en geniş çaplı ve kapsamlı ortak kimliği insan olma sıfatıdır. Ama ne yazık ki kayıtlara geçmiş tarihte bu kimlik üzere bir ittifakın oluşturulduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır. Bu yüzden daha dar kapsamlı ortak kimlikler esas alınarak birlikler oluşturulmasına çalışılmıştır.
Bazılarında aynı inancı paylaşma, bazılarında aynı ulusa mensubiyet, bazılarında belli bir coğrafi bölgeyi paylaşma, bazılarında da daha başka ortak kimlikler esas alınmıştır. Bunların içinde en yaygın olanı da inanç temeline dayanan ortak kimliktir. Ayrıca bu ortak kimlik her zaman diğerlerinden daha güçlü olmuştur. Bu konuda ortak kimliği paylaşanların farklı otoriteler altında dağılsalar bile kendi aralarındaki bağlarının diğer bağlara nispetle çok daha güçlü olduğunu görürüz.
İslâm da, mensuplarını güçlü bir ortak kimliğe kavuşturmuş ve tümünü birden kardeş ilan etmiştir. İslâm literatüründe bu dine mensup olanların tümüne birden “ümmet” sıfatı verilmiştir. Ümmet kelimesi ise “umm” yani “anne” kelimesinden türemedir. Yani aynı anneden, aynı soydan gelme bir topluluk gibi. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de Müslümanların tek bir ümmet olduklarını özellikle vurgulayarak şöyle buyurur:
“İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin.” (Enbiya, 21/92)
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de Rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü'minun, 23/52)
Bu itibarla Müslüman halkların din ve inanç temelinden soyutlanmış bir güç birliği ve ittifak oluşturmaları söz konusu olamaz. Ancak bu temel hiçbir zaman çağımızdaki hâkim sistemlerin esas aldığı gibi sömürgeci bir tahakküm anlayışına dayanmaz. İslâm özü itibariyle bir adalet nizamıdır. İnsanlardan istediği de aralarında adaleti hâkim kılmalarıdır. Müslümanlardan da bir vasat ümmet olarak insanlar arasında adaleti hâkim kılmaları ve onlar için bu konuda gözcü olmaları istenmiştir. Yüce Allah bu konuda da şöyle buyurur:
“Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık.” (Bakara, 2/143)
Burada dikkat edilirse Müslümanların iki önemli özelliklerine dikkat çekilir: Birincisi: İnsanlar üzerine şahitlik etmeleri ki şahitlik adalete tabi olmayı gerektirir. İkincisi: Orta yani vasat ümmet olmaları.
Bununla da kastedilen tüm aşırılıklardan uzak, örnek alınmaya elverişli dengeli bir yapıya, çizgiye ve anlayışa sahip olmalarıdır.
Yine bir âyet-i kerimede de Yüce Allah şöyle buyurur:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ve Allah'a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etmiş olsaydı şüphesiz kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır ancak çoğunluğu fasıktırlar.” (Ali İmran, 3/110)
Burada dikkat edilirse Müslümanlara hitap edilirken “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olduklarına işaret ediliyor. Devamında da niçin böyle oldukları hakkında bilgi veriliyor. Demek ki Müslümanların bir ümmet olarak taşıdıkları hayır sadece kendilerine özgü değil insanlığa şamildir. Ama bu hayrı taşıyabilmeleri için kendilerine yüklenen görevi de ihmal etmemeleri gerekir. Eğer söz konusu vasıfları taşıyan hayırlı ümmet günümüz dünyasında yönlendirici konumunda olsaydı bugün her gün televizyon ekranlarına gelen ve artık bakmaya tahammül edemediğimiz o vahşet manzaraları ortaya çıkar mıydı? Görünen o ki sadece Müslümanların değil tüm insanlığın İslâm'ın adaletine, İslâm ümmetinin hayrına ihtiyacı var. Ama ne yazık ki ortada gerçek anlamda bir “ümmet” veya “ümmet bütünlüğü” olmayınca o hayır da kendini gösteremiyor.
Hayırlı ümmet vasfına uygun toplumsal yapıyı oluşturma ve Allah'ın istediği adaleti en güzel şekilde uygulama konusunda en güzel modeli Resulullah (s.a.s.) ortaya koymuştur. Bu itibarla onun ortaya koyduğu model bir örnek ve bir kaynaktır. O model adalet, nizam, hakkaniyet ve siyaset alanında her zaman için bir terazi, bir temel ölçüdür. Sonrakilerin doğrularını ve yanlışlarını işte bu teraziye vurarak tespit edebiliriz.
Ondan sonrakiler ise birer tecrübedir. Bu tecrübelerin iyi yanları da olmuştur, kötü yanları da. Doğruları da olmuştur yanlışları da. İnsanlık tarihi zaten bir tecrübeler bütünüdür. Bu tecrübelerden mutlaka bir şeyler alınabilir ama hiçbir tecrübe mutlak ve yanılgısız model olarak öne sürülemez. Osmanlı modeli veya tecrübesi de böyledir. Siyaset ve yönetim alanında bazı tecrübeler vardır ki doğruları, bazıları da vardır ki yanlışları daha fazladır. Biz Osmanlı tecrübesinin doğruları daha fazla olan kategoriye girdiğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu tecrübeden istifade edilmeli, içinden bir şeyler çıkarılmalıdır. Ama bir mutlak model, örnek stil ve ölçü olarak alınması söz konusu olamaz. Çünkü örnek ve ölçü mahiyeti taşıyan mutlak model Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu modeldir. İşte bu modele tarihte yaşanan tecrübeleri uyguladığınız, böylece doğruları alıp yanlışları terk ettiğiniz zaman her iki zenginliği birden değerlendirme imkânınız olacaktır.
Yüce Allah'ın ilahi vahyi tüm insanlığa yöneliktir. Hiçbir ulusun, devletin veya toplumun tekelinde değildir. İnsanlar inanç ve amelleri ölçüsünde bu kutsal vahye göre konum ve derece kazanırlar. Aklın ürünlerinden ibaret olan başarılar ve deneyimler de zaman içerisinde insanlığın ortak değeri haline gelir. Dolayısıyla bunların hiçbiri tevarüs yoluyla bir kişiden diğerine yahut bir ulustan diğerine veya bir devletten diğerine geçmez. Esas olan söz konusu iki zenginlikten gereği gibi istifade etmesini bilmek ve bunları geliştirerek yeni nesillere taşımaktır. Herhangi bir uygarlık veya devlet mirası üzerine hak sahibi olmak ise reddi miras etmeme şartını gerektirir.
Sonuç itibariyle şunu ifade edelim ki, günümüzde Müslümanların emperyalist politikalara göre çizilmiş sınırları aşarak, Yüce Allah'ın: “Mü'minler ancak kardeştirler” hükmüne kulak vererek kardeşlik temelli bir birliktelik oluşturmaya, bu birliktelikten doğacak gücü de tüm insanlık üzerinde adaleti hâkim kılma yolunda değerlendirmeye ihtiyaçları var. Bunu başarabilmek için tarihte fitnenin kaynağı olarak kullanılmış birtakım ayrımcı zihniyetlerden kurtulup, birleştirici, yaklaştırıcı sebeplere yapışmak gerekir. Adaleti hâkim kılma konusunda Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu örneği dikkatle incelemeli, tarihte kazanılmış tecrübeleri de bu örneğe göre değerlendirmelidirler. Üstünlüğün şu veya bu unsura mensup olmakta değil takvada yani Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma konusundaki hassasiyette aranması gerektiği de asla unutulmamalıdır.