17 Mart 2009 Salı

Ali BULAÇ

1951 yılında Mardin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde (1980) yaptı. 1976’da Düşünce dergisi ve Düşünce yayınlarını, 1984’te İnsan yayınlarını kurdu. 1987 yılında Zaman gazetesinin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl gazetenin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap dergisini, yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak ve Zaman gazetesinde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı. 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği “Fikir Ödülü”nü aldı. Zaman gazetesinde günlük yazılar yazmaktadır.

İSLAM BİRLİĞİ BİR HAYAL DEĞİLDİR

İçine girdiğimiz yeni dönemin önemli özelliklerinden biri, beşeri/toplumsal örgütlenme modellerinin köklü bir değişimden geçmekte olduğu hususudur. Geride bıraktığımız iki yüz yıl boyunca belli coğrafi bölgelerde yaşayan insan toplulukları ulus devletin öne çıkardığı formu temel alarak örgütlendiler. Ulus devlet yalnızca siyasi/idari bir aygıt olmanın ötesinde tarihte örneklerine rastlamadığımız yeni bir toplumsal örgütlenme modelini de öne çıkardı.

Ulus devletin örgüt felsefesi, “birey merkezli insan teki özne”nin özerkliği fikrinden hareketle, geleneksel bütün topluluk biçimlerini dağıttı. Geniş aile, cemaat, lonca, aşiret, kabile ve manevi/mesleki teşekküllerin hayat alanlarını ortadan kaldırarak insan teki durumuna düşürdüğü insanların toplamından bir “toplum” ortaya çıkardı. Sosyolojik anlamda inşa edilen “toplum”un hukuki ve siyasi tanımı “ulus” olarak ifade edildi. Bu gelişmede dikkati çeken nokta şu ki, toplum ve ulusun varedici aktörü devletin kendisidir. Başka bir ifadeyle, köklü bir modernleşme projesi olarak önce devlet(ler) ortaya çıktı, ardından bu devlet(ler), toplum(ları) ve ulus(ları) inşa ettiler.

Geldiğimiz noktada ulus yapısı ve bu yapının kendini ifade ettiği ulusal kimlik bilinci büyük bir sarsıntı geçirmektedir. Sermaye, mal, hizmet, bilgi, kültür ve iletişimin baş döndürücü hızla yer küresini etkisi altına almaya başlamasıyla ulusal yapılar ciddi sarsıntılar geçirmekte, bu sarsıntılara eş zamanlı olarak yeni kimlik bilinci ve örgütlenme modelleri öne çıkmaktadır.
Yeni dönemde üç temel gelişmenin kendini açıkça hissettirdiğini görüyoruz: Bunlar da, “küreselleşme”, “bölgesel entegrasyonlar” ve “yerelleşme” yönündeki güçlü eğilimlerdir. Küreselleşmeye ilişkin lehte ve aleyhte söylenecek çok şey var. Yerelleşmenin de hangi ölçülerde ulusal kimliğin ikamesi olacağı veya tatminkar sonuçlar vereceği hala tartışma konusu. Ancak pratikte bölgesel entegrasyonların belli bir mesafe aldıklarında kuşku yok. AB bunun somut örneklerinden biridir, diğer teşebbüsler için de önemli bir laboratuardır.

Ortak tarihi miras, benzer toplumsal yapılar, kültürel yakınlık, dini köken, coğrafi bütünlük ve ekonomik hedefler, politik iradenin desteğinde bazı ülkeleri ve toplumları bir araya gelme konusunda zorlamaktadır .

Avrupa, Yahudi-Hıristiyan ve Yunan-Roma
mirasına dayalı olarak rönesans, reform ve aydınlama çerçevesinde kendine anlaşılabilir bir temel bulmakta, son 400 sene içinde kıta içinde ve dışında yaşadığı savaşları bir daha tekrar etmemek, mevcut refahını koruyup sürdürmek ve belki de küresel bir aktör olmak üzere devasa bir entegrasyona doğru gitmektedir. Türkiye'nin bu entegrasyon projesinde hangi ölçeklerde doğal bir yere sahip olacağı, AB'nin kurucuları ve kamuoyu tarafından eşit ortak ve tam üye kabul edileceği konuları henüz yeterince tartışılmış, şu veya bu sonuca bağlanmış değildir. Türkiye'nin müzakere tarihi alması ve hatta şekil şartları itibariyle, yani hukuken AB'ye tam üye olması onun gerçekten bu dünyaya ait olduğu, olacağı anlamına gelmiyor.

Küresel süreç önümüze yeni sorunlar koymakta, ülkeleri yeni tercihlere zorlamaktadır. Tercihin iktidar seçkinleri tarafından yapılmış olması hiçbir zaman son ve ebedi kararın verildiği anlamına gelmez. Halkın ne düşündüğü, kendini nerede, kimlerle, ne kadar rahat ve özgür hissettiği önemlidir. Politik irade tarafından yapılmış bir seçim zamanla halkın ortak iradesi ve kararıyla değişebilir. Ancak bugünden bu konuda kesin şeyler söylemek sadece fikri tahmin seviyesinde kalacağından, asıl Türkiye gibi bir ülkenin nihai noktada nerede ve kimlerle birlikte olması gerektiği konusunu şimdiden zihni bir sorun haline getirmek ve bu sorun çerçevesinde fizibiletesi yüksek fikirler yürütmek, imal-i fikretmek gerekir.
Trkiye'nin Orta Asya Cumhuriyetleri ile İslam Dünyası'na dönmesi bugün için çok güç görünse bile, hiçbir zaman hayal değildir. Bu havzanın seçkin zihinleri ve halkları bu yönde ortak irade gösterdiklerinde yolun yarısı katedilmiş demektir. Şimdi bu yönde bir irade görünmüyorsa da, pek de uzak olmayan bir gelecekte küresel ölçekteki zorunlu gelişmeler söz konusu iradenin teşekkül etmesinde önemli rol oynayacak, Türkiye'yi buna zorlayacaktır.