4 Mart 2009 Çarşamba

Hayrani ALTINTAŞ

1942 yılında Akşehir’de doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Altıntaş, “İbni Sina Metafiziği”, “İslam Ahlak Felsefesi”, “İslamın Gerçek Yüzü”, “İnsan Ve Psikoloji”, “Erzurumlu İbrahim Hakkı”, “Mustafa Şekiptunç” isimli eserlerin yazarıdır.

BİR TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ NİÇİN GEREKLİDİR?

Bir Türk-İslam Birliği zaruridir. Çünkü, Türk Devletleri ve diğer Müslüman Devletler, yıllardır böyle bir zaruretin içinde bulundukları halde bunu idrak edemiyorlardı. Bu zaruret, bu gün, kendisini zorla hissettirdiği halde hâlâ bir kıpırdanış yok. Ne kadar acı !!!Tehlike, avaz, avaz “geliyorum” diyor , ama bizimkiler henüz kıpırdamıyorlar.Bu kadar kör, ve idraksiz olmak, insan için söz konusu olmasa gerek. Bir uyanış gereklidir. Titreyip kendine gelmek elzem haldedir.
Maalesef, Türk aydınlarının ve diğer Müslüman ülkeler aydınlarının üzerlerinde katmerli bir ölü toprağı serpilmiş durumdadır. Allah'ın kendilerine gönderdiği Kutsal Kitab'ı okumadıkları gibi, Siyasî Tarihi de okumuyorlar, gündelik basit menfaat meseleleri içinde bocalayıp duruyorlar. Gündemi başkası çiziyor, senaryoyu başkası yazıyor, bizimkiler oyuncu rolünü oynamakta birbirleriyle yarış ediyorlar. Halbuki, Tarih içinde büyük görevler ifa etmiş bir millet ve ümmettirler. O kadar büyüktüler ki, karşılarında gelişen başka bir büyüklüğü göremeyecek kadar bu büyüklüklerinin içinde kalmışlardı. Eskiden nasıl kendisinin karşısında el pençe divan duruluyorsa şimdi de, onlar(bizimkiler), karşılarındaki o büyüklüğün karşısında, el pençe divan duruyorlar.
Birlik ne zaman gereklidir diye sormuyoruz. Çünkü, tehlikenin birliği gerektirdiğini herkes biliyor. Ama bilinmeyen tehlikenin mevcut olup olmadığıdır. Veya tehlikeyi görüp görmeme meselesidir. Yüz yılı aşkın bir zamandır, Batı'nın Doğu dünyası için neler düşündüğünü herhalde herkes biliyor. “Doğu (veya Şark) Meselesi” diye bir konunun yıllardır Batılı siyasileri meşgul ettiğini bilmeyen var mıdır? “Petrol Fırtınası”nın Büyük Osmanlı Devletini ne hale getirdiğini görmeyen var mıdır?
Dünkü emperyalist batılıların “askerî kolonyalizmden” vazgeçtiklerini, bunun yerine, “yeni kolonyalizm” adı verilen yeni bir sömürü düzeni meydana getirdiklerini yoksa bizim aydılar ve siyasîler bilmiyorlar mı? Bu “ yeni kolonyalizm ”in, ülkeleri, iktisadî, siyasî ve kültürel yönden değiştirmek ve hizmet veren ülke haline getirmek olduğunu aydınlarımız ve siyasîlerimiz bildikleri halde gaflet mi gösteriyorlar?
Televizyonlarda söylenilenlerin, anlatılanların ve açıklananların hiç mi dinleyicisi veya seyredicisi yoktur. Yoksa bunlar, sadece kuruntular mıdır? Yoksa, yoksa, “tehlike” denen nesne çok mu küçüktür de bizim gibiler, onu, büyüteçle, büyütüyor da büyütüyoruz?
Zengin Türk ve Müslüman devletleri, bu “yeni kolonyalizm (veya yeni sömürgecilik)” in iştihasını kabartmıştır ve kabartmaya da devam etmektedir. Bu ülkelerden faydalanma yolu, onları sömürüye uygun hale getirmektir.
Biz, Türkiye olarak, “ moderleştirildiğimiz” halde, modernleştiğimize yani bunu bizim yaptığımıza inanıyoruz. Avrupa Birliği, nasıl modern olacağımızı her vesile ile bize dikte ettiriyor. Onun istediği şekilde modernleşiyoruz. Milli değer ve kıymet hükümlerimiz bizde kalmadan onların değer hükümlerine göre modernleşiyoruz.
Ayrıca, Büyük Orta Doğu Projesi bu modernleştirmenin çok açık bir örneği ve planı değil midir?
Bizce, Türk ve Müslüman ülkelerin kaşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikelerden biri ve önemlisi “ globalizm” adı verilen küreselleşmedir. Küreselleşme (veya globalizm), bir dünya devleti projesidir. Güya, bütün milletler için, hürriyet, demokrasi ve insan hakları demektir. Çünkü, bunlar, her devlette yoktur.
Ama, çok iyi görülüyor ki, devletler (veya milletler) arasındaki eşitsizlik yaygınlaşıyor. Batılı Devletler, daha zengin, daha müreffeh ve daha mutlu iken, Doğulu Devletler, fakir, sıkıntılı ve mutsuz haldedirler. Maalesef, ülkemiz hariç pek çok Doğulu devletlerde demokrasi olmadığı için insan hakları da yoktur. Bu yüzden de, gelişme istenilen kadar olmamaktadır. Zengin küçük Arap devletleri bile teknolojinin ürünlerini satın alıp kullanan bilgi fakiri ülkelerdir.
Küreselleşme (veya globalizm), “milli milletler” üstünde bir “birliktelik” istiyor. Dünya Devleti olabilmek için, milli olan her şeyi terk etmek gerektiğini bildiriyor.
Küreselleşmenin mimarı Amerika Birleşik Devletleridir. Bunun yürütücüsü ve uygulayıcısı da odur. ABD' nin silah gücü, sanayisi, ürettiği bilgisi ve stratejisi, kendisini dünyanın yenilmez süper gücü yapmıştır. Bu güç, onu, emperyalizme itmiştir. Esasen, bu, onun mayasında vardır.
Tıpkı modernleştirme gibi, küreselleştirme de, ABD'nin, çok genel bir ifade ile Batı'nın belli hususları zorla kabul ettirmesiyle yürütülmektedir. Bu hususlar, demokrasi ve insan hakları adı altında yürütülen “Batı çıkarları”dır. Ne acıdır ki, Doğulu devletler, modernleşme ve küreselleşmenin ne olduğunu bilmeden benimsemektedirler. Aydınlardaki aşağılık duygusu Batı'yı efendi yaptığı için, Batı, kendine göre kullar da bulabilmektedir. Yerli işbirlikçiler bunlara eklenen ayrı bir guruptur. Esasen, ülkemizde, aydınların çok büyük bir kısmı, iki yüz elli yıldır, körü körüne bir Avrupalılaşmanın içindedirler.
Hiçbir haklı sebep olmadan, ama dünyaya demokrasi taraftarı olduğunu ilan ederek, 1994 de Haiti'ye müdahele eden ABD ile Cote d'İvore'a (fildişi sahilleri) müdahele eden Fransa, küreselleştirme formülü içinde, yeni sömürgeciliği gerçekleştirme çabaları içinde olmuşlardır. Amerika'nın Afganistan'a, Irak'a müdaheleleri, aynı gaye ve aynı gerekçeyle olmuştur. Keşmir ve Sierra Leon'da cereyan eden olayların arkasında da ABD dolaylı olarak vardır.
Son zamanda ortaya çıkan informatik ve biyoteknolojik ihtilal, milletler arası toplumları ve finans başkentlerini ele geçirerek onları işleten bir oligarşinin dünyayı içine alan hakimiyetini sağlamaktadır.
Globalizm veya küreselleşme adı altındaki bu güç, yeni hürriyetçi bir ideolojiyle kendini yasallaştırmaktadır. Bu güç ve onun ideolojisi, dünyada mevcut eşitsizlikleri büyütüyor, düzensizliği taçlandırıyor. Küreselleşmeci bir terörizm, dünyanın her tarafını kana buluyor. Amerika, bu sistem içinde, anahtar rolünü oynamaktadır.
Küreselleşme veya globalizm, devletlerin ve milletlerin, değerleri koruma hakimiyetini ve millî hakimiyetlerini yok etmekte ve ortadan kaldırmaktadır. Gelişmekte olan Devletler, ya Amerika'nın (veya Batı'nın) yanında yer almaya veya onun karşısında karışıklıklar içinde bocalamaya, bozulmaya ve dağılmaya mahkum durumdadırlar.
Güya, demokrasi ve insan haklarını korumayı hedef alan globalizm veya küreselleşme, evrensel bir koruma şeklinde milletler arası bir hakimiyet kurmuyor; aksine bütün millî güçleri yok edip ortadan siliyor. Bu anlamda, globalizm veya küreselleşme, bir taraftan güvensizliği ortaya çıkardığı gibi, diğer taraftan da, ülkelerin parçalanmalarını şiddetle tahrik ediyor. Misal mi isteniyor? İşte eski Yugoslavya….. Olay, 1980 de başladı. 1987-88 de olaylar arasında aşırı bir sıçrama görüldü. 1990 da, büyüyen olaylara müdahale etmeyen Batı, Bosna katliamını gördü ve seyirci kaldı. Miloseviç ve Tudjman'ın insanlık dışı tavırları, baskıları ve katliamları Müslüman bir milleti yok etme şeklinde bir “ jenosid”e dönüştü. Batı Müslümanlara yapılan bu zulümden son derecede memnundu ki, kılını bile kıpırdatmadı. Demokrasi ve insan hakları adına Türkiye'ye olmadık baskılarda bulunan Batı, burnunun dibindeki bir milletin katliamını hiç görmedi.
Kendi efendiliğini ve gücünü kabul ettirmek isteyen Amerika, 1993 de müdahale ederek duruma el koyarak dünya jandarmalığını üstlenmiş olduğunu gösterdi. Ama Müslümanların katliamı 1995 de de devam etti.
Orta Asya ülkelerindeki zenginlikten faydalanmak ve bu bölgeyi tam merkezden kontrol altında tutabilmek için, Afganistan'la ilgili bir oyun hazırladı. Bu senaryoda Gülbuddin Hikmetyar kullanıldı. Ruslara karşı cihad ilan ettirildi. Gülbuddin Hikmetyar'ın başarısızlığını Amerika, Taliban ile gidermeye çalıştı. Kullandığı Talibanı bu kere el Kaide ile ortadan kaldırmayı hedef alan Amerika otuz bin Afganlının ölmesine ses çıkarmadı. Herkes çok iyi biliyor ki, Amerika, Afganistan'a hidrokarbür için değil, strateji için girdi. ABD bu bölgede Suudi Arabistan ile Pakistan'ı kullandı.
Üçüncü bir misal, Irak'tır. Bu ülkeye müdahele sebepleri ve orada olup bitenler, herkesin gözleri önünde cereyan ediyor. Bir ülkede, belli bir gurup insan sırf dini inançları sebebiyle katliama maruz kalıyorlar. Demokrasi havarisi AB hiç ses çıkarmıyor. Müslüman Devletler bile, yüce Allah'ın Kutsal Kitab'ına inandıklarını söylemelerine rağmen, bu katliama dur diyemiyorlar. Çünkü, kendi geleceklerinden korkuyorlar.
Tıpkı Romalılar gibi, ABD de barbarları yıkmak ve yok etmek için çalışıyor !? Ama bu defa başkent Roma değil, Washington. Amerikan'ın kurduğu bu yeni imparatorluk yenilmişlere, kendi toprakları içinde bile, yaşama hakkını vermiyor.
Artık, dünya haritası üzerinde yeni beyazlar var. Eski oyunlar, yeniden oynanıyor. Değişen, sadece, kişiler. Bu yeni küresel emperyalizm,yalnız kendi vatanını düşünüyor. Bu imparatorluk, Asya'da, Güney Amerika'da esirlere sahip bulunuyor. Bu yeni imparatorluk, karışıklıklar dünyasından başka bir şey değildir. Her şey birbirine öylesine karışmıştır ki, dışardan neyin ne ile ilişkisi olduğunu kestirmek bir hayli zordur. Ama, plan, düzenlendiği gibi, işlemektedir. İmparatorluk, Nato'yu, Birleşmiş Milletler'i ve Unesco'yu istediği gibi kullanmaktadır. Nitekim, Madeleine Albright'ın 1996 da, şöyle dediği gazetelerde yer alır:” Birleşmiş Milletler Amerikan siyasetinin bir aleti olmak zorundadır.”….
Çok kısa olarak anlatmaya çalıştığımız küreselleşme hareketinin Türk ve İslam Dünyası için ne ifade ettiği ortadadır. Ama, üzüntüyle söylemek gerekirse, hem Avrupa hem de Türk medyası, küreselleşmeyi veya globalizmi evrensel bir kavram gibi empoze ederek (âdeta zorla kabul ettirerek), totoliter bir ideolog rolünü oynamaktadır.
O halde, Türk ve İslam dünyası, karşılarında bulunan tehlikeyi iyi tesbit etmelidir. Bu tehlikeye karşı birleşmek zaruretini bütün çıplaklığıyla görmelidir. ABD İran'ın, sonra Suriye'nin, daha sonra Sudan'ın nihayet Libya'nın tedip edilmeleri gereken ülkeler olduğunu açıkça ilan etmiştir.

AB' nin Türkiye'ye karşı takındığı tavır açıkça ortadadır. Türkiye'nin AB'de önemli bir rol almasını istememektedir. Taviz üstüne taviz almasına rağmen henüz doymamıştır. Kendine göre Türkiye'yi demokratikleştirmektedir? Bu demokratikleşme nereye kadar gidecektir, bu meçhul değildir. Son çıkan kararlar, tavsiye edilen değişiklikler ortadadır.
Türk ve İslâm Dünyası bir zaruretle karşı karşıyadır: Türk-İslâm Birliği içinde beraberce olmak. Beraber olarak, geçmiş tarihindeki her insana karşı sevgi ve saygıyı göstermek. Din, dil, ırk ve renk ne olursa olsun, bütün insanlarla birlikte huzur, sükun ve barış içinde yaşanabileceğini, iyiye ve güzele gidişte örnek olabileceğini âleme teşhir etme görevini taşıdığını ispat etmek. Yüce Yaratıcı'nın bütün kutsal kitaplarda sevgiyi telkin ettiğini, kardeşce yaşamayı emrettiğini, insan haklarına riayeti tavsiye ettiğini, Peygamberlerini huzur ve güven için gönderdiğini, hz. Musa'nın, hz. İsa'nın ve hz. Muhammed'in aynı pınardan su içtiklerini açıkça teşhir etmek…Rabbimizin herkesin Allah'ı olduğunu ve bize göre davrandığını izhar etmek…Ruhların bu gün çok artan bir şekilde, ilahi hikmetlere muhtaç olduğunu anlatabilmek…Görevin sadece ve sadece, insanlığa hizmet olduğunu ifade edebilmek… Bunun için Rabbin yoluna girmekten başka bir yol olmadığını bizzat kendinde yaşatarak göstermek… Yüce Allah'ın Kerim olduğunu, kullarının da kerem sahibi olmalarını gerektiğini hayatının her sahnesinde yaşayarak doğrulamak….Fizik dünyanın üstünde bulunan metafizik âlemin sadece belli dinlere, mezheplere ve tarikatlara has olmadığını, ama bütün insanlara ait olduğunu ve ondan haber almak gerektiğini duyurmak….
Bu görevleri gerçekleştirmek üzere birleşmek ve bütün insanlığa “numune-i misâl” olmak suretiyle, iyiyi, güzeli ve gerçeği hakim kılmak için çalışmak, Türk ve İslâm âleminin bir zarureti, bir zorunluluğu ve bir görevidir.