7 Mart 2009 Cumartesi

Salih TUĞ

Prof. Dr. – Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim E. Üyesi.1930 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Tuğ, 1963 yılında “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı” ve 1969 yılında “İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri” adlı eserleri kaleme aldı.

“NUTUK” TA YER ALAN ÜLKELER ARASI“BİRLİK” ARAYIŞLARI
“Nutuk”ta yer alan ve üstü örtülü biçimde belki de satır aralarında temayülünü ifade ettiği ancak sonucunu çok sonraki nesillere bıraktığı bir diğer yönelişi ise, Türk-İslam dünyası ile ilgili “Sulh içinde birlik” biçiminde olandır diyebiliriz.

İstiklal savaşı öncesi, savaş içi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşu ile, savaş sonrası ilgili olayları ve bunların tahlili ve “Osmanlı Hanedan Saltanatı”ndan “Millet Hakimiyeti” (Milli Hakimiyeti) ne doğru ilerleyişte Misak-ı Milli Hudutları içinde kalan siyasi, hukuki, sosyal coğrafyadaki gelişmelerin mahiyeti, “Nutuk”ta, bizzat Cumhuriyet rejiminin kurucusu Gazi Mustafa Kemal tarafından pek güzel açıklanmakta ve gelecek nesillerin dikkatlerine sunulmaktadır.

Hiç şüphesiz kendi askeri mesleği alanında büyük bir stratejist ve taktisyen olan Mustafa Kemal Atatürk, aynı dehasını sivil-siyaset alanında da uygulama alanına aktarabilmiş bir liderdir. İstiklal Savaşı esnasında ve sonrası Cumhuriyet yıllarında Kuzey komşuları, Batı devletleri ve hatta Afganistan gibi uzak, İran gibi yakın komşular, Balkan ülkeleri ile giriştiği sulhane ilişkiler onun dış politikasında attığı ve faydalı sonuçlarını devşirdiği önemli stratejik adımlardır.

Bu önemli sulhane dış politika girişimleri arasında “Lozan Antlaşması”, 1917'den itibaren kuzeyde yeni kurulmakta olan Sovyetler ile dostane ve uluslararası dengelere dayalı ilişkiler, “Hatay Anlaşması”, “Balkan Paktı”, “Sadabad Paktı”, Afganistan ile dostane ilişkiler somut örnekler olarak zikredilebilir.

Deneme mahiyetinde kaleme aldığımız bu kısa makalemizde söz konusu ettiğimiz “Nutuk”ta yer alan ve üstü örtülü biçimde belki de satır aralarında temayülünü ifade ettiği ancak sonucunu çok sonraki nesillere bıraktığı bir diğer yönelişi ise, Türk-İslam dünyası ile ilgili “Sulh içinde birlik” biçiminde olandır diyebiliriz.

“Nutuk”ta da yer yer açıklandığı gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş amaçları arasında “Ulus Devlet” biçiminde bir oluşum hedeflendiği, Osmanlı Saltanat idaresinin lağv edilip (Kasım 1922) onun yerini Millet irade ve hakimiyetine dayanan bir siyasi yapının ortaya çıkarılmasında da açıkça görülmektedir. İkinci adım olarak Osmanlı Hanedanının temsil ettiği Hilafete çeşitli siyasi, hukuki ve sosyal gerekçelere dayanarak son verilmesi de bu oluşumda gözden uzak tutulmaması gereken hususlardandır. Bu son vermede önemli bir gerekçe olarak: “Hilafet”in Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç” bulunduğu gerekçe gösterilmek suretiyle, Hilafet makamının ilga edildiği kanun çıkarılarak ilan edilmiştir. (Kanun No:431, Tarih: 26 recep 1342; 3 Mart 1924).

Turani milletlerin ve İslami toplumların birliği biçiminde esasen Cumhuriyet'in kuruluşundan önce de Osmanlı döneminde sosyal, fikri ve siyasi alanda ortaya çıkan cereyanların teşhis ve tahlillerin derinlemesine bir biçimde “Nutuk”ta söz konusu edildiğini de görebilmekteyiz. Bu konular ile ilgili olarak belki denilebilir ki, dünya tarihçisi İngiliz tarihçi Wells'in görüş ve tahlillerinin Mustafa Kemal Atatürk üzerinde belli ölçüde bir iz bıraktığı, “Nutuk”ta yer alan paragraflarda takip edilebilmektedir. Saltanat idaresinin lağvı ve özellikle İslam Dünyasında Osmanlı Hilafet idaresinin o günkü şartlarda ortaya çıkardığı meselelerin Türkiye bakımından bir sonuca bağlanması bakımından önem arzeden ve muhtemel bir “İslam Birliği” yönünde gelecek nesiller için yol gösterici dersler ve umdeler taşıyan bizzat O'nun kaleminden çıkmış “Nutuk”taki şu görüşlerini aynen naklederek yazımıza son vermeyi ve ilgili sonuçları çıkarmayı okuyucularımıza bırakmayı uygun buluyoruz. (daha fazla bilgi için bkz: Nutuk, İstanbul 1963, C.II, s.683-710 ve özellikle s.710-714)

“Hilafet meselesi hakkında halkın tereddüt ve endişelerini izale için verdiğim izahat; Hilafet meselesi hakkında, halkın tereddüt ve endişesini izale için, her yerde lüzumu kadar beyanat ve izahatta bulundum. Kati olarak ifade ettim ki, “milletimizin kurduğu yeni devletin mukadderatına, muamelatına, istiklaline, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale ettirmeyiz! Milletin kendisi kurduğu devleti ve onun istiklalini muhafaza ediyor ve ilelebet muhafaza edecektir!”

Millete anlatım ki, İslamşümul bir devlet tesis etmek vazifesiyle mükellef tahayyül edilen bir halifenin vazifesini ifa edebilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar azim bir mesuliyeti, bu kadar gayr-i mantıki bir vazifeyi deruhde edemez.
Milletimiz, asırlarca, bu vahi nokta-i nazardan hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Dedim. Suriye'yi, Irak'ı muhafaza etmek için, Mısır'da barınabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz? Dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu umum İslam umuruna tasarruf sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifeyi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz misli nüfustan mürekkep olan büyük İslam kütlelerinden talep etmelidir! Yeni Türkiye'nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur…başkalarına verecek bir zerresi kalmamıştır' dedim.

Diğer bir noktayı da, halk nazarında tebarüz ettirmek için şu beyanatta bulundum: Bir an için farz edelim ki, dedim; Türkiye, mevzubahis vazifeyi kabul etsin… bütün alemi İslam'ı bir noktada tevhid ederek sevk-i idare etmek gayesine yürüsün ve muvaffak dahi olsun! Pekala ama, taht-ı tabiiyet ve idaremize almak istediğimiz, milletler, derlerse ki bize, büyük hizmetler ve muavenetler yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz müstakil kalmak istiyoruz. İstiklal hakimiyetimize kimsenin müdahalesini muvafık görmeyiz! Biz kendi kendimizi sevk ve idareye muktediriz!

O halde, Türkiye halkının bütün mesai ve fedakarlığı sadece bir teşekkür ve dua almak için mi ihtiyar olunacaktır?! Görülüyor ki, bir hava ü heves için, bir vehm ü hayal için, Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilafet ve halifeye vazife ve salahiyet vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti.

Efendiler, halka sordum; bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini tanır mı? Tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletin istiklalini, milletin hakimiyetini muhildir.
Millete, şunu da ihtar ettim ki, kendimizi, cihanın hakimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!
Efendiler, İngiliz Müverrihlerinden Wells, iki sene evvel intişar eden, bir tarih yazdı. Eserinin son sahifeleri (dünya tarihinin müstakbel safhası) unvanı altında bir takım mütalaatı ihtiva eder.
Bu mütalaatta istihdaf olunan mesele;
“Un gouvernement federal mondial” “cihanşümul bir ittihadi hükümet”tir.
Wells, bu mephaste, cihanşümul bir ittihadi hükümetin nasıl tesis olunabileceğini ve böyle bir devletin esaslı bazı farik hatları hakkındaki tasavvurlarını serdediyor ve adaletin ve tek bir kanunun saltanatı altında küremiz nasıl bir halde bulunacaktı; bunu tahayyül ediyor.
Wells, “bütün hakimiyetler, tek bir hakimiyet içinde izabe olunmazsa, milliyetlerin fevkinde bir kuvvet çıkmazsa dünya mahvolacaktır” diyor ve “hakiki devlet, asri hayat şeraitinin bir zaruret haline getirdiği cihan hükümeti müttehidesinden başka bir şey olamaz”; “muhakkaktır ki insanlar, kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er veya geç birleşmeye mecbur olacaklardır” mütalaalarında bulunuyor.

“Beşeriyetin tesanüdü hakkındaki, büyük hülyanın nihayet fiile çıkması için ne yapmak ve neyin önüne geçmek lazım geleceği sahih olarak bilinmediği” ve “mütecaviz bir siyaseti hariciye ananesine malik olan devletlerin, cihanşümul bir ittifakı düveli tarafından güçlükle temsil olunabileceği” de dermeyan ediliyor. Wells'in “Avrupa ve Asya'nın felaketleri ve müşterek ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki kısmındaki kavimlerin bir dereceye kadar birleşmesine medar olacaktır”, “olabilir ki, bir sıra kısmi ittihatlar, cihanşümul bir ittihadın husulüne takaddüm eder” mütalaalarını da kaydedeyim.

Efendiler, bütün beşeriyetin, tecrübe, malumat ve tefekkürde teali ve tekemmülü; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarfınazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş alemşümul saf ve lekesiz bir dinin teessüsü ve insanların şimdiye kadar kavgalar, levsiyat, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek bütün vücutları ve zekaları zehirleyen ufunet tohumlarına galebe etmeye karar vermesi gibi şeraitin husulünü müstelzim olan bir cihanşümul ittihadi hükümet tahayyülünün tatlı olduğunu inkar edecek değiliz.

Bu tasavvur ve tahayyüle kısmen müşabih bir hayal hilafetçileri ve Panislamizm taraftarlarını Türkiye'ye musallat olmamaları şartıyla memnun etmek için bizde de tasvir edilmişti. Tasvir olunan nazariye şu idi: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve sair kıtalarda yaşayan İslam heyeti içtimaiyeleri, istikbalde herhangi bir gün, irade ve arzularını istimal ve tatbika iktidar ve serbesti kesbederler; o zaman lüzumlu ve faydalı görürlerse asrın icabatına muvafık bir surette bir takım itilaf ve ittihat noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her heyet-i içtimaiyenin, birbirinden tatmin ve temin edeceği ihtiyaçları vardır. Mütekabil menfaatleri mevcuttur. Bu mutasavver müstakil İslam hükümetlerin sahibi salahiyet murahhasları bir araya gelip bir kongre yaparlar ve falan filan İslam devletler arasında şu veya bu münasebetler teessüs etmiştir. Bu münasebatı müşterekeyi muhafaza ve bu münasebatın tazammum eylediği şerait dahilinde müttehiden hareketi temin için bütün İslam devletlerin murahhaslarından mürekkep bir meclis teşekkül edecektir. İttihad eden İslam devletler bu meclisin reisi tarafından temsil olunacaktır derlerse, işte o zaman, isterlerse, o “İslamşümul ittihadi hükümet”e hilafet ve müşterek meclisin makamı riyasetine intihab olunacak zata da halife unvanı verirler. Yoksa, herhangi bir İslam devletinin, bir zata, bütün İslam dünyası umurunun tedvir ve temşiyeti salahiyetini vermesi akıl ve mantığın hiçbir vakit kabul edemeyeceği bir keyfiyettir.”

Nutuk, İstanbul 1963 s.710-714

P.S : AB ile Türkiye'mizin tam üyelik katılımını sağlayacak olan 17 Aralık 2004 tarihine iki gün kala, “AB'nin Alternatifi” başlıklı makalesinde gazeteci yazar Abdülhamit Bilici'nin şu görüşleri savunması diğer dış politika yazarlarımızla birlikte, Türkiye'n,n dünyaya açılımı ile ilgili yeni nesillerin eğilimlerini belirtmesi bakımından önem taşımaktadır. (bkz. Zaman, 15 Aralık 2004, s.13)

“…..üye olsa da olmasa da Türkiye asla sadece Avrupa yönelimi olan bir ülke olmayacak, AB perspektifi sadece zenginleştirici bir unsur olacaktır. Çünkü Türkiye, Müslüman kimliği ile İslam Dünyasında, coğrafyasıyla Balkanlar, Kafkaslar, Karadeniz ve Ortadoğu'yla, etnik bağlarıyla Türk ve Kürt dünyasıyla, dolayısıyla başta ABD olmak üzere Rusya ve Çin gibi dünya güçleriyle kaçınılmaz olarak ilişkisini sürdürecektir. Bu açıdan bakıldığında AB süreci, Türkiye'nin doğal yönelimlerinin hiç birinin önünü kesmeyecek aksine güçlendirecektir…”.