23 Mart 2009 Pazartesi

RAUF R. DENKTAŞ

27 Ocak 1924 tarihinde Kıbrıs'ın Baf bölgesinde doğdu. Hukuk eğitimi için İngiltere'ye gitti. Önce avukatlık, daha sonra savcılık yapmaya başladı. Faiz Kaymak'ın teklifi ve Dr. Fazıl Küçük'ün tasvibiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kongresinde başkanlığa seçildi. Arkadaşlarıyla 1958'de Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurdu. 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile, 1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası'nın hazırlanmasında emeği geçti. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten sayın Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. O günden bugüne hep KKTC Cumhurbaşkanı seçilen Türk Dünyası'nın kahraman lideri sayın Denktaş'ın yayınlanmış bir çok eseri de vardır.

CUMHURBAŞKANI RAUF R. DENKTAŞ'IN“TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ” ADLI DERGİYE YAPTIĞI DEĞERLENDİRME

Bilim Araştırma Vakfı tarafından yayınlanacak olan Türk-İslam Birliği adlı derginin hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederken, bu vesile ile Ulusal Kıbrıs Davası üzerinde kısa bir değerlendirme yapıp, görüşlerimi paylaşmak isterim.
Bilindiği gibi, Kıbrıs sorunu Rum-Yunan cephesinin Kıbrıs Adası üzerindeki ENOSİS, yani Kıbrıs'ı Yunanistan'a birleştirme hayalleri nedeni ile baş göstermiştir. Ne yazık ki, bu ve buna benzer emperyalist ve hegemonyacı düşüncelerin, Hitler ve Mussolini dönemi ile tarihin çöplüğüne atıldığı sanılırken, Doğu Akdeniz'in bu şirin Ada'sında Rum ve Yunan cephesi aynı yayılmacı ve acımasız zihniyeti bir avuç Kıbrıs Türküne karşı uygulamaya kalkışmıştır. Bilinmektedir ki, bu zihniyet bir insanlık ayıbı ve insanlık suçudur. Bu zihniyet, yediden yetmişe herkesi, çocuk kadın demeden toplu mezarlara göndermeyi göze alan, topyekün bir halkı soykırımdan geçirmeyi planlayan bir zihniyettir. Faşist Almanya'da fırınlarda yakılan milyonlarca insanın kaderi, Kıbrıs'ta Muratağa, Sandallar ve Taşkent'te toplu mezarlara gönderilenlerin kaderi aynıdır.
İşte Kıbrıs'ta sürdürülmekte olan mücadele, böylesine vahşi ve insanlık dışı bir akıma karşı sürdürülmektedir. Birçok acılar çeken Kıbrıs Türkü, nihayet Anavatan Türkiye'nin 1974 Temmuzunda Ada'ya gelmesi ile özgürlüğüne kavuşmuş ve devlet oluşturma sürecine girilmiştir. Rumların tüm olumsuz tutumları karşısında kendi devletini kurmaktan başka seçeneği olmayan Kıbrıs Türk Halkı, 1983'de self determinasyon hakkına dayanarak bağımsızlığını ilan etmiştir. O günden günümüze Kıbrıs konusunun bir çözüme kavuşması için bir çok görüşmeler gerçekleşmiş, fakat her defasında Rum tarafı tarihsel duygu ve düşüncelerine yenik düşerek, Kıbrıs Türkleri ile siyasi eşit bir statüde bulunmayı reddetmiştir. Buna rağmen, dünyada “uzlaşıcı” taraf olarak kendini göstermesini bilen komşularımız, bu güçlerini ve marifetlerini 1960'da tek yanlı olarak işgal edip ellerinde bulundurdukları ve dünya tarafından tanınır durumda olan Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti unvanından almıştır. Tüm bu olanlar karşısında, Kıbrıs Türkü ambargolar altında, dünyadan tecrit edilmiş bir vaziyette yaşamını idame ettirmesine karşın, Anavatanından aldığı güç ve destekle direnmeye ve dünyaya gerçekleri anlatmaya devam etmiştir.
Bu direniş ve Anavatan –Yavruvatan dayanışması Rumları yeni bir senaryo yazmaya itmiştir. Buna göre, Avrupa Birliği siyaseti ile bugüne kadar sürdürdükleri insanlık dışı ambargolar altında yok edemedikleri Kıbrıs Türkünü sahte Kıbrıs Cumhuriyeti içinde bir azınlık yapmayı ve Kıbrıs Adasının tümüne egemen olmayı hesap etmişlerdir. 24 Nisan 2003'te yapılan referandumlarda “Hayır” demelerinin nedeni, bu hesaplarının bir sonucudur. Çünkü, onların istedikleri, Kıbrıs Türkünü “Kıbrıs Cumhuriyeti” Devletinin bir vatandaşı olarak görmek ve bu vatandaşları kendi devlet çatıları altında azınlık yapmaktadır. Hayal budur ve bu hayal ezelden beri devam eden aynı hayaldir.
Bu gerçekler ışığında, Kıbrıs davasının neresinde olduğumuzu iyi hesap etmenin zamanıdır. Aksi takdirde, gerek Anavatana gerekse KKTC'ye yapılacak baskılara boğun eğip, tüm yukarıdaki gerçekleri görmezlikten gelirsek, iş işten çoktan geçmiş olacak ve bugüne kadar elde ettiğimiz tüm hakların da kıymeti kalmayacaktır.
Benim bildiğim ve üzerinde durduğum şey, egemenlik ve bağımsızlığın Türk insanının karakterini oluşturduğudur. Bu düşünceler bizlere Yüce Atatürk'ten mirastır. Kıbrıs Türkü, Atatürk'ün düşünceleri çerçevesinde kendi bağımsız cumhuriyetini oluşturmuş, hür ve egemen olarak yaşamaktadır. Elbette, Kıbrıs'ta her iki taraf arasındaki sorunlar giderilmeli ve çağımıza yaraşır bir çözüm bulunmalıdır. Üstünde durduğumuz çözüm, iki halkında kendi egemen devleti çerçevesinde, birbirlerine hükmedemeyecekleri ama barış ve mutluluk içerisinde yaşayabilecekleri bir çözümdür. Bu çözümü zorlamak ve bulmak zor değildir. Ama meseleye doğru teşhis konulmalı ve doğru çözüm üretilmelidir. Yüz yıllarca birbirleri ile savaşmış olan Avrupa devletlerinin bugün barış ve huzur içerisinde yaşıyor olmalarının tek nedeni, birbirlerinin egemenlik ve bağımsızlıklarına saygı göstermelerinden kaynaklamaktadır. Bu insanlık hakkı, Kıbrıs Türk Halkına da ana sütü kadar helal bir haktır.
Bu duygu ve düşüncelerle, bir kez daha Türk-İslam Birliği Dergisine başarılar diler, saygılarımı sunarım.

22 Mart 2009 Pazar

Abdullah AKOSMAN

1946 yılında Trabzon'un Of ilçesinde doğdu. 1966-1970 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudu. 1974 yılında İstanbul İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Gazetecilik Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1967-71 yılları arasında Bugün Gazetesi'nde sanat köşesi yönetti. Daha sonraki yıllarda Sabah ve Hakimiyet gazetelerinde görev aldı. 1980-83 yılları arasında Yeni Çağrı ismli aylık kültür sanat dergisi yayınladı. 2001 yılında Önce Vatan Gazetesi'ni yayınlamaya başladı. Gazete, halen günlük olarak ulusal basında yayınlanmaktadır.


TÜRK-İSLAM DÜNYASI'NI KUCAKLAMAK


Türk-İslâm Birliği'ne öncü olmak, aslında Türkiye'nin üstlenmesi gereken bir görevdi. Görevden öte, ülkemizin hayati geleceği, eski Osmanlı coğrafyasında günün koşullarına uygun bir birliktelik oluşturabilmesiydi. Ama Türkiye'nin içine düşürüldüğü şartlar, bu adımları atmamızı engellemiştir. İnisyatifi ele alamayan Türkiye yerine bu oluşuma ABD soyunmuştur.

Türkiye, Ortadoğu'da barış ve refahın hakim kılınması, bu amaçla demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve iyi yönetişim ilkelerinin güçlendirilmesi ve serbest piyasa ekonomisinin işletilmesi unsurlarını içeren bir dönüşümün bölge için bir gereksinim oluşturduğunu çeşitli kanallardan her dönem dile getiriyor. Ortadoğu ülkelerinde esasen başlatılmış olan reform girişimlerinin olumlu sonuçlar vererek, daha demokratik, hür, açık, barışçı, istikrarlı, iyi yönetilen ve ekonomik bakımdan daha müreffeh bir Ortadoğu'ya doğru yol alınması Türkiye'nin sadece temennisi değil, bölgeye yönelik dış politika yaklaşımlarının da temel hedefi olarak dile getiriliyor. Diplomatik kaynaklara göre, bu konuda Türkiye'nin Ortadoğu'ya ilişkin vizyonu, BOP girişimi uluslar arası gündemi meşgul etmeden de önce bölge ülkelerindeki muhataplar ve İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantılarda da dile getiriliyordu. Bölgeyi iyi tanıyan Türkiye, hatalı başlangıç noktalarından hareket edildiği takdirde değişim çabalarının arzu edilen sonuçları vermeyebileceğinden, yeni sorunlara yol açabileceğinden de duyduğu endişesi nedeniyle bölgede değişimi amaçlayan girişimlere yapıcı ancak aynı zamanda gerçekçi ve duyarlı bir şekilde yaklaşma taraftarı bir tavır takınıyor.

G-8 oluşumu, BOP girişimi bağlamında ön plana çıkan uluslararası oluşumların başında geliyor. Haziran ayında ABD'de yapılan G-8 Zirvesi'nde 'İlerleme ve Ortak Bir Gelecek İçin Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesiyle Ortaklık' başlıklı siyasi bildiri ve bununla bağlantılı bir 'G-8 Reformları Destekleme Planı' açıklanmıştı. Siyasi bildiride, G-8'in BOP'a yönelik başlattığı girişimin temel unsurları ve ilkeleri ortaya kondu. Başta Arap-İsrail ihtilafının çözüm yoluna sokulması gereği olması başta olmak üzere, gerek AB ve bölge ülkeleri gerekse Türkiye tarafından önemle üzerinde durulan ilkeler de sıralandı. 'Reformları Destekleme Planı'nda ise, siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel reformları desteklemek amacıyla bölge ülkeleriyle ortaklık temelinde kurulması öngörülen mekanizmalar ve hayata geçirilmesi planlanan projeler sıralandı. Bunların başında G-8 ve bölge ülke hükümetlerinin ilgili bakanlarının biraraya geleceği 'Gelecek İçin Forum' platformunun oluşturulması geliyor. G-8 çerçevesindeki çalışmalara Türkiye, 'demokratik ortak' devlet adı altında davet edilmişti.

Türkiye nerede duracağına iyi karar vermelidir. ABD'nin Genişletilmiş BOP'unun figüranı mı olacak, yoksa baş aktör olma yolunda riskleri göze alabilecek mi? IMF ve Dünya Bankası kıskacındaki Türkiye'ye yeni bir oluşumun liderliğini bırakmazlar. Bir birliktelik ne ırk, ne de din birliği ile sağlanamaz. Bu birliktelik ancak ekonomik güçlerin birleştirilmesiyle mümkün olabilir. Türk-İslâm Birliği'nin kurulabilmesi eski Osmanlı coğrafyasının yeniden huzur bulabilmesi için gerekli bir fikir jimnastiğidir. Projelerin hayat bulabilmesi için, önce hayal edilmesi gerekir.

21 Mart 2009 Cumartesi

Adnan TANRIVERDİ

1943 yılında Konya'nın Akşehir kazasında doğdu. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde öğrenim gördükten sonra Harp Akademisini bitirdi. 1992 yılında general olan Tanrıverdi, Askerî Yüksek İdare Mahkemesinde iki yıl üyelik yaptı.


İNSANLIĞIN HUZURU İSLÂM BİRLİĞİNDE

20 nci yüzyıl, İslâm Birliğinin parçalandığı, Müslüman Milletlerin, içinden çıkan ve fakat kendi değerlerine yabancı idareciler tarafından, sözde medenilere köle edildiği bir devir olarak geçmiştir.

21 inci yüzyıl ise, tek kutuplu dünyada, Müslüman Topraklarına en gelişmiş ve tahrip gücü yüksek silahlarla hayasızca yapılan taarruzlar, tecavüzler, tahripler, katliamlar ve soykırım derecesine ulaşan fiili istila ve işgallerle başlamıştır. Adaletin ve hakkaniyetin yerini kuvvetlinin eli ile şekillenen ve dalga dalga artan zulüm almıştır. Hedefte hep Müslümanlar ve İslâm Ülkeleri olmuştur.

2,5 milyarlık İslâm Alemi, Çapsız yöneticiler elinde, bir varlık gösterememiş, gür bir ses ile HAYIR diyemediği için, Yahudi kontrolündeki ABD zorbalığına boyun eğmiş ve bu zorbaların İslâm Coğrafyasının en hassas bölgesine kalıcı bir şekilde oturmasına engel olamamıştır. Bütün kutsal değerler ve mabetler, yeraltı-yerüstü kaynakları ve zenginlikler işgalcinin istilasına uğramıştır.

İşgalci, hedefine koyduğu Devletlerin tam orasına yerleşmektedir. Ülkemizi de müttefikleri ile birlikte kıskaç içine almıştır. Uysallıkla, isteklerine boyun eğmekle, barışçı söylemlerle, ilerlemelerine engel olmanın mümkün olmadığını yaşayarak anlamadan önce, Müslüman Milletlerin aklını başına toplamalarında hayatî zaruret vardır. Güçle savunulmayan değerleri uzun süre elde tutmak mümkün değildir. Güç ezmek için değil, zorbayı caydırmak için geliştirilmelidir.

Ülkemiz dahil modern harp silah ve vasıtaları bakımından dışa bağımlı devletler, bilinçli ve planlı bir şekilde milletlerinin ferdi mukavemet duygularını geliştirici gayret ve faaliyetleri ön plana çıkarmalıdırlar. Yurt savunmalarını modern silahlı kuvvetlerin yanı sıra, bütün vatan sathına yayılmış bir şekilde; mukavemeti ev-ev, sokak-sokak, mahalle-mahalle, köy-köy, şehir-şehir organize etmeli ve bir işgale karşı önceden hazırlanmalıdır. Bu savunmanın ihtiyacı olan silah, araç ve malzemeler kendi imkanları ile üretilmelidir.

Bir ve beraber olalım, zorbalara anladığı dille konuşalım. Kutsal bildiği değerler uğruna hayatını feda etmeye hazır fertlerden oluşan Milletler, düşmanları hangi silahlarla donatılmış olursa olsun mağlup edilemez. Bu milletler üzerinde hakimiyet kurulamaz ve ülkeleri işgal edilemez. Ülkeleri istila edilse de insanları egemenlik altına alınamaz.

İstilacı nasıl müttefikleri ile birlikte bütün gücünü hedef seçtiği mazlum milletin ülkesinde topluyor ise, mazlum milletler de kendi güçlerini düşmanlarının karşısına işgal edilen ülkelerde toplamalıdır.

Değerlerini, sahip olduklarını ve ebedi huzuru muhafaza edebilmek için Müslüman Milletlerin İslâmî Direniş bloğu oluşturmaları gerekmektedir. İşgal edilen ülkelerin direniş harekâtının desteklenmesi bu bloğun oluşturmasının başlangıcı ve çekirdeğini teşkil edecektir. İşgalci bu ülkeleri terk ettikten sonra ortaya yeni bir ittifak çıkacaktır.
Müslüman Milletlerin hukuku, ancak İslam Ülkelerinin bir güç olarak dünya siyaset sahnesinde yerini alması ile mümkün olacaktır . Bu güç sayesinde, diğer mazlum milletler de bağımsız hareket etme imkânını bulacaklardır. Yeni Dünya Düzeninin savunucuları bu derece fütursuzca ve insanlık dışı uygulamalarla dünyayı ateşe veremeyeceklerdir.

Böyle bir birliğin birinci engeli, Milleti Müslüman Devletlerin kendi içindeki, manevî değerlerini paylaşmayan, dinamik güçler ve onların göstereceği dirençtir. Nedense bu güçler, Milletlerinin inanç ve değerlerini devlet için tehdit unsuru olarak görürler. Öncelikle bu direncin aşılması gerekmektedir.

İç dirençler aşıldıktan sonra, İslâm Birliğinin önündeki ikinci engel batılı ittifaklardır. Bu ittifakların hiç biri mevcut halleri ile halkı Müslüman olan devletlerin menfaatini gözetmez. Bilakis onların inançlarını terk etmelerini veya yok edilmelerini hedeflerler.

İçinde yabancı kültür ve medeniyeti temsil eden devletlerin bulunmadığı, Büyük İslâm Birliği (BİB) veya Müslüman Devletler Topluluğu (MDT) veya Müslüman Devletler Federasyonu (MDF) gibi oluşumlara EVET diyorum. Dünyanın ve fakir/mazlum milletlerin huzur ve kurtuluşunun da bu birlikte olacağına inanıyorum.

20 Mart 2009 Cuma

Afet ILGAZ

Afet Muhteremoğlu Ilgaz, 2 Ocak 1937 tarihinde Çanakkale/Ezine’de doğdu. İlköğretmen Okulu’nu, Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Klasik Diller Bölümü’nü bitirdi. İzmit’te başladığı Türkçe öğretmenliğini kısa bir süre İstanbul’da sürdürdü. Sanat hayatına, İstanbul dergisinde yayımlanan (1956) öyküleriyle başlayan Âfet Ilgaz, 1965 TDK Hikâye Ödülü’nü kazandı. Milli Gazete de yazarlık yapmaktadır.

TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ
Tanzimat'tan beri, Türk aydınlarını meşgul eden bir mesele vardır. İslam dünyası neden bu halde, Batı dünyası o halde?
Batı'nın bugünkü zenginliğinin bir “sömürgeci” zenginliği olduğunu kimseye anlatamazsınız. Rasyonel tavırları, metodik çalışmaları falan da bu ilerlemede rol oynamıştır ama bu eksik bir ilerlemedir. Hatta iddia edilebilir ki yanlış bir ilerlemedir. Çünkü asla, insani değerlere dayanmamaktadır. İnsani değerlerden en çok laf eden onlardır ama ülkelerdeki iç tehditlerin oluşmasında kullanarak batıllaştırmışlardır. Bizde insan haklarını kullandıkları gibi.
Savaşları çıkaranların daima Batı olduğunu görmüşüzdür. Haçlı Savaşlarından tutunda Dünya Savaşlarına kadar, yirminci yüzyıldaki bütün savaşlar için, bu söylenebilir. Çünkü Batı uygarlığının temelini teşkil eden bir yapıdır. Bu yapılanma, Hristiyan değerlerini de değiştirmiş reformasyon adı altında batıllaştırmıştır. Dünyanın binlerce senedir işlediği ve yaşadığı bir serüvendir bu ve iki binli yıllarda bütün korkunçluğu ile açığa çıkmıştır. Arz-ı Mev'ud hedefine kilitlenmiş ve Hristiyan inancını ve buna bağlı olarak medeniyet ve kültürünü de şekillendirmiş olan bu siyasi, tarihi, dini değişimler dünyayı açlığa, sefalete, köleciliğe, ıstıraba boğmuştur. Buna modern çağda sömürü denilmiştir. Bütün dünya bu sömürüye maruzdur.
Şimdi Türk Dünyasına da el atmış bulunuyorlar. Asya'daki Türk varlığı üzerinden Türk ve İslam Dünyasını kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Fakat “diyalektik” de işliyor. Türk Dünyasında hızlı ve bilinçli bir Müslümanlaşma almış başını gidiyor. Türk Dünyası da, Müslüman ülkelerde bu baskı ve zulümden, sömürüden yaka silken Hıristiyan Dünya ve Uzak Doğu ülkeleri de yeni alternatifler oluşturmaya, haysiyetli bir milletler birliği kurmaya çalışıyorlar.
Müslümanlık, temelinde barış ve adalet olan bir dindir ve sömürüye, köleciliğe, adaletsizliğe, işgallere bu anlamda temelinden karşı olan bir zihniyet, anlayış oluşturmaktadır. Kurulacak bir Türk-İslam Birliği, bu batıl medeniyetin dünyayı, insanlığı kuşatmasına engel olacaktır. Engel olmakla kalmayacak, insanın fıtratındaki barış, sükun, adalet isteklerine cevap verecektir ve buna bağlı olarak öncülük edecektir.
Avrupa'nın, Asya'nın, Afrika'nın, Güney Amerika'nın hatta aklı başında Hıristiyan Avrupa'nın mağdur ve mazlum ülkeleri, bu ideolojinin hakimiyetinden bıkmış olanlar, kendi milli politikalarını uygulamak isteyenler, bu, Türk-İslam Birliği olarak işe başlayan ve gerçek Yeni Dünya Düzeni olan adil düzenin akıllı dostları olacaktır.

19 Mart 2009 Perşembe

Ahmet BAYATLI

1955 yılında Kerkük’de doğdu. Musul Üniversitesi Fizik Bölümünden mezun oldu. TODAV (Türkiye Ortadoğu Dayanışma Vakfı) Başkanı’dır.


İSLAM’IN ÖZÜNDE BULUNAN RAHMET

Allah'ın yaratıcı olduğu apaçık bir hakikattir. Şüphesiz kainat ve onun içinde bulunduğu gökyüzü, yeryüzü, insanlar ve cinler Allah tarafından yaratılmışlardır.
Muhakkak ki, insanların kaynağı, baba, ana ve birdir. İnsanların tümü insani ve nesebi açısından birdirler dolayısıyla insanlar tek bir aileyi oluşturmaktadırlar. İnsanlar yokluktan var oldukları gibi aynı zamanda hepsi ölümü tadarak, tek bir mahkemede hesaba çekileceklerdir.
Kıyamet gününde kurulan mahkeme-i kübrada İlahi kanunun ve adaletin dışında hiçbir kanunun ve nizamın geçerliliği yoktur. Bir kısım insanlar, Hıristiyanların kanununa göre ve başka bir kesim Yahudilerin kanununa göre muhakeme edilmeyecektir. Herkes İlahi kanun ve nizama göre tek bir mahkemede hesaba çekileceklerdir.
İlahi kanunları öğrenerek ona göre hareket edersek ve İlahi nizama bağlanırsak hepimiz ve tüm insanlar dünya ve ahirette kurtuluşa ermiş oluruz aksi takdirde İlahi adaletin gereği cezalandırılırız.
İlahi kanun nedir? İnsanlar bu kanunu biliyorlar mı? u kainatı yaratan Allah son din olarak İslam dinini insanlığa göndermiştir ki insanlar mahkeme-i kübrada İslami esaslara göre muhakeme edilsinler.
Bu hakikate inananlar olarak biliyoruz ki, Allah(cc) Hz. Muhammed'i (sav) aleme rahmet olarak göndermiştir. “Canlı cansız tüm mahlukata Hz. Muhammed (sav) rahmet olarak gönderilmiş”. Rahmetin anlamı; mahlukata zarar veren her şeyin defi ve faydalı olanın celbidir.
Bahçevanın yetiştirdiği gül bahçesini her türlü haşarat ve yabancı otlardan koruyarak, bahçenin gelişmesi için sulayarak itina göstermesi gibi Allah(cc) da yarattığı mahlukatını zarardan koruması ve kendilerine faydalı olanı bahşetmesi için Hz. Muhammed'i (sav) onlara rahmet olarak göndermiştir ve onlara Kur'an'ı indirmiştir.
İnsanlık aleminin, yaşadığımız bu dönemde İslam'a ve İslam'ın özünde bulunan bu rahmete her asırdan daha çok muhtaç hale geldiği bir gerçektir. Bu gerçekten hareket ederek İslam'ı doğru bir şekilde tebliğ etmenin ve İslam'ı tebliğ için her türlü fedakarlığın yapılması büyük önem taşımaktadır. İslam'ı ve İslam'ın içerdiği maddi ve manevi refahını herkese tebliğ etmek farzı aynidir. Zira insanların İslam'ı bilmemeleri ve ondan uzak olmaları büyük bir hüsrandır. İslam'a davet etmenin vucubiyeti İslam'ı bilen her kişinin bildiğini herkese ulaştırmasını gerekli kılmaktadır.
Resulullah(s.a.v) buyuruyor: “kişinin kendine istediğini kardeşine istemediği sürece (kamil) iman etmiş sayılmaz”.
Hakka karşı mücadele eden geleneksel düşmanların var olduğu bir gerçektir. Sadıklar şer'i sorumluluklarını yerine getirerek Hakkı en güzel bir şekilde tebliğ etmezlerse geleneksel düşmanlarının önüne geçemezler ve onların tahribatlarını önleyemezler.
Din düşmanlarının tahribatları sonunda insanlar İslam'dan uzaklaşıp hakiki İslam'la alakası olmayan fesadı def etmeyen ve akılla bilimle alakası olmayan bir İslami anlayışa sahip olurlar. Bundan dolayı dava ve irşat görevi büyük zaruret kerb etmiştir. İslam'ı bilen her sadık Müslüman bu görevi kendi imkanları ölçüsünde yerine getirmelidir.

e-mail: info@turkislambirligi.org

18 Mart 2009 Çarşamba

Ahmet VAROL

1962’de Yusufelinde doğdu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan Varol, “Kuran-ı Kerim Meali”, “İslam Ülkeleri Ansiklopedisi”, İslam Dünyası ve Filistin gibi çeşitli eserlerin sahibidir. Halen Vakit Gazetesi’nde yazar olarak görev yapmaktadır.

BİRLİĞİN TEMELİ İSLÂM'DIR
Çağımızda birlik, güç birliği ve ittifak geçmiş asırlara nispetle belki daha çok önem kazanmıştır. Bunun çeşitli sebepleri var. Belki en önemli sebep de tehlikelerin büyümüş olmasıdır. Bu derece büyüyen tehlikelerin, küçük ve zayıf bırakılmış devletlerin dirençleriyle bertaraf edilmesi mümkün olmuyor. Dünyanın en güçlü devletlerinin bile riskli bir operasyon planladıkları zaman birçok önemli dünya devletini yanlarına çekmeye çalışmaları ve hatta: “Bizim yanımızda değilseniz
terörün yanındasınız” diye mesaj vererek siyasi ve psikolojik baskıya başvurma ihtiyacı duymaları günümüzde tehlikelerin ne derece büyüdüğüne, buna karşılık güç birliğinin de ne kadar önem kazandığına işaret etmektedir.
Çağımızda güç birliğinin bu derece önem kazanmasının tek sebebi elbette tehlikelerin büyümesi değildir. Globalleşmenin artık aşılması mümkün olmayan yaygın bir siyaset haline geldiğini görüyoruz. Çağımızdaki globalleşmelerde ağırlıklı olarak sömürgeci politikalar etkisini göstermektedir. Bu yüzden sömürgeciliğe karşı çıkan sivil kuruluşlar ve kitlesel oluşumlar doğal olarak globalleşmeye de karşı çıkıyorlar. Bunu haksız ve yersiz görmek isabetli olmaz. Ama enerjiyi bu yöndeki çabalarla tüketmeyerek insan temelli, insana değer veren, sömürgeciliği reddeden, yerine Yüce Allah'ın bize doğa vasıtasıyla sunduğu imkânları her kişi ve ulusun hakkını gözeterek değerlendirmeyi esas alan bir alternatif globalleşme siyaseti geliştirmek gerekir. İşte böyle bir globalleşme çabasından da tahmin ediyoruz insan temelli ve sömürgeciliğin önünde set oluşturacak bir güç birliği çıkacaktır.

“Birlik” her zaman bir ortak kimlik temeli üzere oluşur. İnsanlığın en geniş çaplı ve kapsamlı ortak kimliği insan olma sıfatıdır. Ama ne yazık ki kayıtlara geçmiş tarihte bu kimlik üzere bir ittifakın oluşturulduğuna dair bir bilgi yer almamaktadır. Bu yüzden daha dar kapsamlı ortak kimlikler esas alınarak birlikler oluşturulmasına çalışılmıştır.
Bazılarında aynı inancı paylaşma, bazılarında aynı ulusa mensubiyet, bazılarında belli bir coğrafi bölgeyi paylaşma, bazılarında da daha başka ortak kimlikler esas alınmıştır. Bunların içinde en yaygın olanı da inanç temeline dayanan ortak kimliktir. Ayrıca bu ortak kimlik her zaman diğerlerinden daha güçlü olmuştur. Bu konuda ortak kimliği paylaşanların farklı otoriteler altında dağılsalar bile kendi aralarındaki bağlarının diğer bağlara nispetle çok daha güçlü olduğunu görürüz.
İslâm da, mensuplarını güçlü bir ortak kimliğe kavuşturmuş ve tümünü birden kardeş ilan etmiştir. İslâm literatüründe bu dine mensup olanların tümüne birden “ümmet” sıfatı verilmiştir. Ümmet kelimesi ise “umm” yani “anne” kelimesinden türemedir. Yani aynı anneden, aynı soydan gelme bir topluluk gibi. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de Müslümanların tek bir ümmet olduklarını özellikle vurgulayarak şöyle buyurur:
“İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin.” (Enbiya, 21/92)
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de Rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü'minun, 23/52)
Bu itibarla Müslüman halkların din ve inanç temelinden soyutlanmış bir güç birliği ve ittifak oluşturmaları söz konusu olamaz. Ancak bu temel hiçbir zaman çağımızdaki hâkim sistemlerin esas aldığı gibi sömürgeci bir tahakküm anlayışına dayanmaz. İslâm özü itibariyle bir adalet nizamıdır. İnsanlardan istediği de aralarında adaleti hâkim kılmalarıdır. Müslümanlardan da bir vasat ümmet olarak insanlar arasında adaleti hâkim kılmaları ve onlar için bu konuda gözcü olmaları istenmiştir. Yüce Allah bu konuda da şöyle buyurur:
“Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık.” (Bakara, 2/143)
Burada dikkat edilirse Müslümanların iki önemli özelliklerine dikkat çekilir: Birincisi: İnsanlar üzerine şahitlik etmeleri ki şahitlik adalete tabi olmayı gerektirir. İkincisi: Orta yani vasat ümmet olmaları.
Bununla da kastedilen tüm aşırılıklardan uzak, örnek alınmaya elverişli dengeli bir yapıya, çizgiye ve anlayışa sahip olmalarıdır.
Yine bir âyet-i kerimede de Yüce Allah şöyle buyurur:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ve Allah'a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etmiş olsaydı şüphesiz kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır ancak çoğunluğu fasıktırlar.” (Ali İmran, 3/110)
Burada dikkat edilirse Müslümanlara hitap edilirken “insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olduklarına işaret ediliyor. Devamında da niçin böyle oldukları hakkında bilgi veriliyor. Demek ki Müslümanların bir ümmet olarak taşıdıkları hayır sadece kendilerine özgü değil insanlığa şamildir. Ama bu hayrı taşıyabilmeleri için kendilerine yüklenen görevi de ihmal etmemeleri gerekir. Eğer söz konusu vasıfları taşıyan hayırlı ümmet günümüz dünyasında yönlendirici konumunda olsaydı bugün her gün televizyon ekranlarına gelen ve artık bakmaya tahammül edemediğimiz o vahşet manzaraları ortaya çıkar mıydı? Görünen o ki sadece Müslümanların değil tüm insanlığın İslâm'ın adaletine, İslâm ümmetinin hayrına ihtiyacı var. Ama ne yazık ki ortada gerçek anlamda bir “ümmet” veya “ümmet bütünlüğü” olmayınca o hayır da kendini gösteremiyor.
Hayırlı ümmet vasfına uygun toplumsal yapıyı oluşturma ve Allah'ın istediği adaleti en güzel şekilde uygulama konusunda en güzel modeli Resulullah (s.a.s.) ortaya koymuştur. Bu itibarla onun ortaya koyduğu model bir örnek ve bir kaynaktır. O model adalet, nizam, hakkaniyet ve siyaset alanında her zaman için bir terazi, bir temel ölçüdür. Sonrakilerin doğrularını ve yanlışlarını işte bu teraziye vurarak tespit edebiliriz.
Ondan sonrakiler ise birer tecrübedir. Bu tecrübelerin iyi yanları da olmuştur, kötü yanları da. Doğruları da olmuştur yanlışları da. İnsanlık tarihi zaten bir tecrübeler bütünüdür. Bu tecrübelerden mutlaka bir şeyler alınabilir ama hiçbir tecrübe mutlak ve yanılgısız model olarak öne sürülemez. Osmanlı modeli veya tecrübesi de böyledir. Siyaset ve yönetim alanında bazı tecrübeler vardır ki doğruları, bazıları da vardır ki yanlışları daha fazladır. Biz Osmanlı tecrübesinin doğruları daha fazla olan kategoriye girdiğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu tecrübeden istifade edilmeli, içinden bir şeyler çıkarılmalıdır. Ama bir mutlak model, örnek stil ve ölçü olarak alınması söz konusu olamaz. Çünkü örnek ve ölçü mahiyeti taşıyan mutlak model Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu modeldir. İşte bu modele tarihte yaşanan tecrübeleri uyguladığınız, böylece doğruları alıp yanlışları terk ettiğiniz zaman her iki zenginliği birden değerlendirme imkânınız olacaktır.
Yüce Allah'ın ilahi vahyi tüm insanlığa yöneliktir. Hiçbir ulusun, devletin veya toplumun tekelinde değildir. İnsanlar inanç ve amelleri ölçüsünde bu kutsal vahye göre konum ve derece kazanırlar. Aklın ürünlerinden ibaret olan başarılar ve deneyimler de zaman içerisinde insanlığın ortak değeri haline gelir. Dolayısıyla bunların hiçbiri tevarüs yoluyla bir kişiden diğerine yahut bir ulustan diğerine veya bir devletten diğerine geçmez. Esas olan söz konusu iki zenginlikten gereği gibi istifade etmesini bilmek ve bunları geliştirerek yeni nesillere taşımaktır. Herhangi bir uygarlık veya devlet mirası üzerine hak sahibi olmak ise reddi miras etmeme şartını gerektirir.
Sonuç itibariyle şunu ifade edelim ki, günümüzde Müslümanların emperyalist politikalara göre çizilmiş sınırları aşarak, Yüce Allah'ın: “Mü'minler ancak kardeştirler” hükmüne kulak vererek kardeşlik temelli bir birliktelik oluşturmaya, bu birliktelikten doğacak gücü de tüm insanlık üzerinde adaleti hâkim kılma yolunda değerlendirmeye ihtiyaçları var. Bunu başarabilmek için tarihte fitnenin kaynağı olarak kullanılmış birtakım ayrımcı zihniyetlerden kurtulup, birleştirici, yaklaştırıcı sebeplere yapışmak gerekir. Adaleti hâkim kılma konusunda Resulullah (s.a.s.)'ın ortaya koyduğu örneği dikkatle incelemeli, tarihte kazanılmış tecrübeleri de bu örneğe göre değerlendirmelidirler. Üstünlüğün şu veya bu unsura mensup olmakta değil takvada yani Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma konusundaki hassasiyette aranması gerektiği de asla unutulmamalıdır.

17 Mart 2009 Salı

Ali BULAÇ

1951 yılında Mardin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde (1980) yaptı. 1976’da Düşünce dergisi ve Düşünce yayınlarını, 1984’te İnsan yayınlarını kurdu. 1987 yılında Zaman gazetesinin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl gazetenin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap dergisini, yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak ve Zaman gazetesinde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı. 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği “Fikir Ödülü”nü aldı. Zaman gazetesinde günlük yazılar yazmaktadır.

İSLAM BİRLİĞİ BİR HAYAL DEĞİLDİR

İçine girdiğimiz yeni dönemin önemli özelliklerinden biri, beşeri/toplumsal örgütlenme modellerinin köklü bir değişimden geçmekte olduğu hususudur. Geride bıraktığımız iki yüz yıl boyunca belli coğrafi bölgelerde yaşayan insan toplulukları ulus devletin öne çıkardığı formu temel alarak örgütlendiler. Ulus devlet yalnızca siyasi/idari bir aygıt olmanın ötesinde tarihte örneklerine rastlamadığımız yeni bir toplumsal örgütlenme modelini de öne çıkardı.

Ulus devletin örgüt felsefesi, “birey merkezli insan teki özne”nin özerkliği fikrinden hareketle, geleneksel bütün topluluk biçimlerini dağıttı. Geniş aile, cemaat, lonca, aşiret, kabile ve manevi/mesleki teşekküllerin hayat alanlarını ortadan kaldırarak insan teki durumuna düşürdüğü insanların toplamından bir “toplum” ortaya çıkardı. Sosyolojik anlamda inşa edilen “toplum”un hukuki ve siyasi tanımı “ulus” olarak ifade edildi. Bu gelişmede dikkati çeken nokta şu ki, toplum ve ulusun varedici aktörü devletin kendisidir. Başka bir ifadeyle, köklü bir modernleşme projesi olarak önce devlet(ler) ortaya çıktı, ardından bu devlet(ler), toplum(ları) ve ulus(ları) inşa ettiler.

Geldiğimiz noktada ulus yapısı ve bu yapının kendini ifade ettiği ulusal kimlik bilinci büyük bir sarsıntı geçirmektedir. Sermaye, mal, hizmet, bilgi, kültür ve iletişimin baş döndürücü hızla yer küresini etkisi altına almaya başlamasıyla ulusal yapılar ciddi sarsıntılar geçirmekte, bu sarsıntılara eş zamanlı olarak yeni kimlik bilinci ve örgütlenme modelleri öne çıkmaktadır.
Yeni dönemde üç temel gelişmenin kendini açıkça hissettirdiğini görüyoruz: Bunlar da, “küreselleşme”, “bölgesel entegrasyonlar” ve “yerelleşme” yönündeki güçlü eğilimlerdir. Küreselleşmeye ilişkin lehte ve aleyhte söylenecek çok şey var. Yerelleşmenin de hangi ölçülerde ulusal kimliğin ikamesi olacağı veya tatminkar sonuçlar vereceği hala tartışma konusu. Ancak pratikte bölgesel entegrasyonların belli bir mesafe aldıklarında kuşku yok. AB bunun somut örneklerinden biridir, diğer teşebbüsler için de önemli bir laboratuardır.

Ortak tarihi miras, benzer toplumsal yapılar, kültürel yakınlık, dini köken, coğrafi bütünlük ve ekonomik hedefler, politik iradenin desteğinde bazı ülkeleri ve toplumları bir araya gelme konusunda zorlamaktadır .

Avrupa, Yahudi-Hıristiyan ve Yunan-Roma
mirasına dayalı olarak rönesans, reform ve aydınlama çerçevesinde kendine anlaşılabilir bir temel bulmakta, son 400 sene içinde kıta içinde ve dışında yaşadığı savaşları bir daha tekrar etmemek, mevcut refahını koruyup sürdürmek ve belki de küresel bir aktör olmak üzere devasa bir entegrasyona doğru gitmektedir. Türkiye'nin bu entegrasyon projesinde hangi ölçeklerde doğal bir yere sahip olacağı, AB'nin kurucuları ve kamuoyu tarafından eşit ortak ve tam üye kabul edileceği konuları henüz yeterince tartışılmış, şu veya bu sonuca bağlanmış değildir. Türkiye'nin müzakere tarihi alması ve hatta şekil şartları itibariyle, yani hukuken AB'ye tam üye olması onun gerçekten bu dünyaya ait olduğu, olacağı anlamına gelmiyor.

Küresel süreç önümüze yeni sorunlar koymakta, ülkeleri yeni tercihlere zorlamaktadır. Tercihin iktidar seçkinleri tarafından yapılmış olması hiçbir zaman son ve ebedi kararın verildiği anlamına gelmez. Halkın ne düşündüğü, kendini nerede, kimlerle, ne kadar rahat ve özgür hissettiği önemlidir. Politik irade tarafından yapılmış bir seçim zamanla halkın ortak iradesi ve kararıyla değişebilir. Ancak bugünden bu konuda kesin şeyler söylemek sadece fikri tahmin seviyesinde kalacağından, asıl Türkiye gibi bir ülkenin nihai noktada nerede ve kimlerle birlikte olması gerektiği konusunu şimdiden zihni bir sorun haline getirmek ve bu sorun çerçevesinde fizibiletesi yüksek fikirler yürütmek, imal-i fikretmek gerekir.
Trkiye'nin Orta Asya Cumhuriyetleri ile İslam Dünyası'na dönmesi bugün için çok güç görünse bile, hiçbir zaman hayal değildir. Bu havzanın seçkin zihinleri ve halkları bu yönde ortak irade gösterdiklerinde yolun yarısı katedilmiş demektir. Şimdi bu yönde bir irade görünmüyorsa da, pek de uzak olmayan bir gelecekte küresel ölçekteki zorunlu gelişmeler söz konusu iradenin teşekkül etmesinde önemli rol oynayacak, Türkiye'yi buna zorlayacaktır.

16 Mart 2009 Pazartesi

Ali EREN

1947 yılında Kırıkkale’de doğdu. Vakit ve Yeni Mesaj Gazeteleri’nde köşe yazarlığı yapmış olan Eren’in, “En Güzel Dualar”, “Dini Hikayeler”, “Her Yönüyle İzdivaç ve Mahremiyetleri”, “Sünbül Efendi ve Merkez Efendi”, “Veysel Karani”, “İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed” adlı eserleri yayınlanmıştır. Özellikle Ehl-i Sünnet inancından sapmalara dikkat çeken Ali Eren, Vakit’teki köşe yazarlığı görevine devam etmektedir.

NEDEN TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ


ABD ve SSCB'den müteşekkil 20. asır güç dengesi, 1980'li yıllarınsonuna kadar devam etti. O zamana kadar, her iki taraf da hem mevcut gücünü korumaya hem de yeni iltihaklarla gücüne güç katmaya yönelik bir politika takip ediyordu. Nihayet, şu veya bu sebeple Berlin Utanç Duvarı'nın yıkılmasıyla beraber Sovyet Sosyalist Cumuhuriyetler Birliği de dağıldı. Ve dünyadaki büyük güç dengesi de sona ermiş oldu.Artık dünyada tek süper güç ABD idi. Eğer karşısında başka birleşik Güçler olmazsa, ABD istediği ülkeye saldırır, hiç bir ülke de bu saldırıya Karşı koyamazdı. Hatta böyle bir saldırı, sadece saldırılan ülkeye zarar vermezdi. Meselâ Asya'daki bir ülkeye saldırsa, bundan dolaylı olarak Avrupa'nın da zarar görmesi tabii idi. Öyleyse, Avrupa tedbirini almalı Ve gücüne güç katmalı, ortaklarını kendi çıkarı doğrultusunda artırmalıydı.

Onlar açısından bakacak olursak, Avrupa niye zarar görsün, Asya ve Afrika'dan elde ettiği gelirler niçin kesilsindi? Kesilmese bile niçin eksilsindi? Bu düşünceden dolayıdır ki, ABD ve AB arasında, açıkça dile getirilmeyen gizli bir menfaat ve sömürme çekişmesi başladı. (Gerçi Asya'da Çin gibi büyük bir güç de var. Ama şimdilik Çin çeşitli sebeplerle "Heeey! Ben de varım" diyememektedir. Demiş veya diyebilmiş olsa bile, onun bu tavrı da diğerleri gibi sadece kendi çıkarı için olacak, asla bizim gibi İslam ülkelerini korumaya yönelik olmayacaktır.)

AB ve ABD'nin ve bu ülkelerdeki yahudi yöneticilerin, Asya ve Afrika'daki birçok ülkelere, bilhassa buralardaki İslam ülkelerine kedinin ciğere baktığı gibi baktıkları kesin ve bu tavırlarından vazgeçmeleri de mümkün değil. Çünkü, onları buna inançları sevketmekte, onlar da inançları doğrultusunda hareket etmektedirler.

Nedir bu inanç? Müslümanların aleyhindeki birbirine paralel olan Siyon ve Evangelis ortak inancı. Bu inanç bulunduğu müddetçe, onların bize kedinin ciğere baktığı gibi bakmaları devam edecektir. AB ve ABD yöneticilerinin, şu anda yaptıkları aynen budur. Allah'ın, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya vahyettiği dinlerin asılları, İslamdan ayrı değil. Öyleyse, bu dinlerin mensuplarının İslamla uyum ve ittifak içinde olmaları gerekir. Ne var ki, Kur'an'da haber verildiğine göre, hıristiyan ve yahudilerin şu anda ellerindeki kitaplar, orjinal ilâhî kitaplar değil. Tavırlarını bu kitaplara göre tayin edenler, onun içindir ki kendileri gibi inanmayanlara hayat hakkı tanımamaktadırlar. Tanısalar bile, tanıdıkları hak kölelikten öteye gitmiyor. İnsanları yaşlı-genç, bebek, kadın-erkek- demeden işkence ede ede öldürmeleri, ABD'nin, "Haçlı savaşı başlatıyoruz" sözünün arkasından başlamamış mıdır?

İsrail'in, Filistin'de yaptığı bebek katliâmının ve toplu, sivil öldürme zulmünün kaynağı da orjinalitesini kaybeden Tevrat'taki yahudi inancıdır. Sözde ilâhî olan bu iki inanca dayanan bugünkü vaziyet işte budur... Bir de İslam inancına sahip olan Müslümanların yaptıklarına bakalım: Tarihte, Müslümanların maddi gücü ellerinde bulundurdukları asırlar da olmuştur. Ama hıristiyanlar da yahudiler de Müslümanlardan zulüm ve ölüm görmemek şöyle dursun, devamlı bir himaye ve yardım görmüşlerdi. Zira İslam, inançlı-inançsız her insana adâletle davranmayı emrediyordu. Dolayısıyla, Müslümanların asırlarca yerine getirdikleri de buydu. Müslümanların bu iyiliklerine karşı onların teşekkürleri (!) ise ortada:

Afganistan, Irak, Fellûce, Filistin, vs... Başka Fellûce'lerin olmaması için, ihtiyaç Türk-İslam Birliğine... Kur'an, Peygamberimiz Hz. Muhammed'e inanmadıkları için hıristiyan ve yahudilerin iman ehli olmadıklarını beyan buyurmakla beraber, onları dinsizlerden ayrı tutarak kitap ehli (ehl-i kitap) olarak tarif eder. Ve yine İslama göre, -Müslüman kadınlar hıristiyan ve yahudi erkeklerle evlenemezlerse de- Müslüman erkekler -mekruh da olsa- hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenebilmektedirler. İslam fıkhı buna cevaz veriyor. Esasen, ehl-i kitabın, inanç konusunda da ahlâkî konularda da Müslümanlarla uyum içinde olmaları gerekirdi. Tehdidi altında bulundukları fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı vs... gibi ahlâksızlıkların üstesinden mevcut incillerle gelemiyorlarsa -ki gelemiyorlar- çözüm İslamdadır; denemeliler..

Cevap "Hayır!"sa, Afganlı, Irak ve Filistinlilerin hakkından geldikleri halde neden kendi memleketlerindeki rezâletlerin üstesinden gelemedikleri sorulur. Habire ahlâkî çöküşe gittikleri halde, hâlâ İslam'a göz atmıyorlar ama, İslam'a inananlara tonlarca bomba atmaktan geri durmuyorlar. Düşünce ve sözleri şu: Müslümanlara yaklaşmaktansa böyle kalmamız daha iyidir. Kendimiz böyle kalarak Müslüman pazarında salyangoz satarak zenginleşmeye, zulme ve sömürmeye devam...

Bunlar, Evangelis ABD'li ve onlara yardımcı olan Avrupalı hıristiyanlardır. Bir de Yahudiler var ki onları da iyi bilmek mecburiyetimiz var. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya'da 6 milyon yahudi yokken, Hitler nereden buluyor da Almanya'da 6 milyon yahudi öldürmüş oluyor! Yahudiler, ısrarlı ve tekrarlı bir propagandayla buna bütün dünyayı inandırdılar. Bu, "Zavallılık, ezilmişlik ve mazlumluk" propagandasının arkasından bir şey daha uyduruldu: Antisemitizm - yahudi düşmanlığı.

Bazı kimseler durup dururken yahudi düşmanlığı yapıyorlarmış. Yahudilerin bu düşmanlıktan korunması lâzımmış... Bir haksızlık karşısındaysalar elbette korunsunlar. Ama el-insaf! Nerede, hangi ülkede, kim veya kimler ve niçin yahudi düşmanlığı yapıyor? Anti semitizm peşinde koşanlar, yani yahudi düşmanları, tanka karşı eli sapanlı Filistinli gençler olmasın sakın! Sinagog baskınları bile buna cevap olamaz. O ne kadar akıllıca bir Yahudi düşmanlığı ki, sinagogun önünde ölenlerin çoğu Müslüman... Velhasıl, yahudiler de hıristiyanlar da insanlığı yanıltıcı Propagandadan vazgeçmezler. Hem zavallı adamın boğazını sıkar, hem de "Yetişin! Beni boğuyor" diye bağırırlar.
Geçmişleri de bugünleri de buna şahittir. Çağların verdiği tecrübeyle biliniyor ki, onlarla yapılan anlaşmalara güvenmek, onlardan iyilik beklemek, hatta yapılan iyiliğe karşılık beklemek hayaldir. Zaten bu gerçeği kafamıza vura vura bize kendileri öğretiyorlar. Öyleyse, tek çare, kâidelerini kendi değer ve inançlarımızdan aldığımız Türk-İslam Birliğini meydana getirmektir. Ancak böyle bir birliğin teessüsüyledir ki, onların zarar, fitne, zulüm Ve katliâmından kurtulmak mümkün olabilecektir.
İslam-Türk Birliği, prensiplerini bu iki isimden alacağına göre, bu birliğin zihninde bile kötülük, kin, buğz bulunmaz. Dilinden kötü söz çıkmaz, müttefiklerini rencide etmez. Elinde zulüm, işkence, katliâm gibi insanlık dışı fiiller zuhur etmez.
İslam-Türk Birliği, hem kendini koruma birliği, hem de başkalarına insanlık öğretme ve insanlıkta örnek olma birliği demektir. İslam-Türk Birliği, kendi gücünü yeniden hatırlama, ortaya koyma, savunma, müdafaa ve insânî münasebetler birliğidir. İslam-Türk Birliği, dünya gerçeklerini farketme ve isabetli Değerlendirme birliğidir; öyle olmalıdır.
İslam-Türk Birliği özet olarak, sadece İslam ve Türk unsurların Birliği değil, şimdiye kadar İslam'a, Türke ve türklüğe her türlü zararı yapagelenlere bile zeytin dalı uzatma birliği, başka bir tarifle, insanlığa refah ve saadet getirme birliğidir...
Yani İslam-Türk Birliği, tarihe ismi kötülüklerle beraber yazılmış olanlara bile iyilik yapma temennisi taşıyan bir birliktir. Elbette bu bir temennidir. Gönlümüz vücut bulmasını istemektedir. Gerçi, herkese zeytin dalı uzatılacaktır da, uzatılan zeytin dalının, icabında bir akrebin kıskacı tarafından kavranabileceği de asla göz ardı edilmemelidir. Zira akrebin sokması kininden değil cibilliyetindendir. Ve bu çağlar boyu hep görülegelmiştir...Vesselâm...

e-mail: info@turkislambirligi.org

15 Mart 2009 Pazar

Altuğ M. BERKER

1967 yılında İstanbul’da doğdu. Saint Benoit Fransız Lisesi’nde öğrenim gördükten sonra, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. İşadamı olan Berker, halen Milli Değerleri Koruma Vakfı’nın Başkanlığı’nı yürütmektedir.

TÜRK-İSLAM DÜNYASI’NA TÜRKİYE ÖNCÜLÜĞÜ

11 Eylül 2001 tarihinde ABD'de gerçekleştirilen insanlık tarihinin en büyük terör eyleminden sonra Türkiye'nin de merkezinde bulunduğu Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar'daki otorite boşluğu bir kez daha gündeme geldi. Ve ülkemizi de yakından ilgilendiren önemli bir soruya cevap aranmaya başlandı:
“Osmanlı'nın yıkılışının ardından dünyada ortaya çıkan otorite boşluğu nasıl doldurulacak?” Dünyanın ünlü siyaset uzmanları ve devlet adamları bu konuda önemli bir ülkenin ismini telaffuz etmeye başladı: Bu ülke, Osmanlı'nın tarihsel mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir.
Türkiye'nin mirasçısı olduğu Osmanlı Devleti'nin hinterlandı, Osmanlı'dan sonra, geçtiğimiz 20. yüzyılda dünyanın en kanlı, en karışık ve en huzursuz bölgeleriydi. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman-Türk halklar iç savaşlar, işgaller, sürgünler ve mülteciler gördü. Özellikle etnik ve dini farklılıklara dayanan çatışmalar, bu geniş coğrafyayı kan ve gözyaşı ile doldurdu. 21. yüzyılın hemen başlarında yaşanan gelişmeler ise -kalıcı bir çözüm bulunamazsa- bu bölgelerdeki istikrarsızlığın artarak devam edeceğini gösteriyor.
Nitekim bugünlerde Irak'taki soydaşlarımız Türkmenlere uygulanan benzer yöntemler bu istikrarsızlığın Türkiye'yi de etkileyeceğini göstermektedir. Oysa bu coğrafya bir zamanlar böyle değildi. Aksine, bu bölgelerde asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşanmıştı. Balkanlar'da 19., Ortadoğu'da ise 20. yüzyıla kadar süren bu istikrarın kaynağı ise, bu bölgelerdeki Osmanlı Devleti'nin yönetimi ile şekillenen Türk hakimiyetiydi.
Türklerin Osmanlı çatısı altında adaletli, hoşgörülü ve barış içinde yürüttüğü yönetim, şimdi ağlayan ve korku içinde yaşayan insanların yaşadığı coğrafyada huzur ve mutluluğun kaynağı idi. Osmanlı'nın peygamber ahlakından kaynaklanan insan sevgisi ile yönettiği ve yaşama şekil verdiği ‘‘barış içinde bir arada yaşatma'' misyonuna dünyanın bir çok yerinde ve özellikle Ortadoğu'da yeniden ihtiyaç var. Ve bu misyonu geçen bir yüzyıl boyunca gerçekleştirebilen hiçbir ülke ve millet çıkmadı. Çünkü bunu yapabilecek hamura sahip tek millet Türklerdir ve bunun mirasına sahip tek ülke de Türkiye'dir.
Değerli Dostlar,
Şu anda içinde oturduğumuz Sultan İbrahim Salonu, üstümüzdeki bu çatı, İmparatorluğun yönetildiği Topkapı Sarayı'nın bir kasrının çatısıdır. Bu çatının altında geçmişte oturanların 600 yıl boyunca dünyaya nizam verdiği gibi, şimdi oturan bizler de buna namzet tek ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nin evlatları olarak, barışı, huzuru ve istikrarı sağlamakta sorumluluk sahibiyiz.
Bu nedenle,
Türkiye'nin, Ortadoğu'nun istikrarı ve Dünya Barışı için yeniden eski misyonunu üstlenmesi gerekmektedir. Ortadoğu Ülkeleri'nin tarihten gelen bir bağlılık duyduğu ve önem verdiği Türkiye, hem birleştirici, hem de lokomotif olma rolüne, bilgi, beceri, tarihi tecrübe ve maneviyat açısından en uygun olan ülkedir. Aydınlarımızın ve yöneticilerin, Türkiye'nin bu tarihi misyonunu yeniden alması için oluşmuş olan şu anki konjonktürü çok iyi değerlendirmesi gerekmektedir.
Avrupa Birliği'yle olan ilişkilerimiz de bunu etkileyen bir faktör değildir. Birliğe girsek de girmesek de, İslam Ülkeleri'nin, Batı ile olan ilişkilerini düzenleyen ülke konumunda olabiliriz. Nitekim bu, hem Batı'nın hem de İslam Ülkeleri'nin Türkiye'nin sahip olduğu özelliklerden, yani, Batı için demokratik hukuk devleti yapısı, Ortadoğu için de itidalli Müslümanlık yapısı, Osmanlı'dan gelen şefkatli ve sevgi temelli yönetim ve yaşam tecrübesinden dolayı gönül rahatlığıyla Türkiye'ye bırakacağı bir misyon olacaktır.

Batı'da bir çok yöneticinin, think-tank kuruluşunun ve aydınların, Türkiye'nin bu rolü üstlenmesini istedikleri bilinmektedir. Özellikle 11 Eylül'den sonra, Osmanlı yönetim tarzının üzerine oldukça eğilmişler ve bunu canlandırma eğilimine girmişlerdir.

Bu, yalnız,

Büyük Ortadoğu Projesi gibi, bölgede tepkiyle karşılanacak suni projelerle yapılabilecek bir şey değildir. Ortadoğu'da istikrarı sağlamak, eğitimi gerçekleştirmek, sosyal rehabilitasyonu sağlamak, Batı ile ilişkilerini düzenlemek elbette gerekmektedir; ancak bu, yine bölgenin kendi içinden çıkacak bir düzenleme ile olmalıdır. Dışarıdan bir zorlama şeklinde değil, içeriden bir istek ve arzu ile yapılmalıdır.

İşte bunun herkesin rızası olacak şekilde gerçekleşmesine öncü olabilecek tek ülke Türkiye'dir. undan dolayı son zamanlarda ortaya çıkarılan, Büyük Ortadoğu Projesi yine BOP olarak anılabilir ama bundan sonra bunun açılımının “Büyük Osmanlı Projesi” olması daha mantıklı ve gerçekçi olacaktır.

Çünkü Osmanlı'nın mirasına sahip olan bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de, özlemi çekilen barış ve güvenlik ortamını oluşturmakta öncü rol oynayacaktır. Sahip olduğumuz miras, yeni girdiğimiz 21. yüzyılda, Türkiye'yi lider ülkeler sıralamasının başına yerleştirecek olan son derece köklü ve şanlı bir mirastır. Tarihsel ve günümüzdeki gerçekler, dünyaya nizam verecek yeni bir Osmanlı'nın ortaya çıkışının, istenilir ve azmedilirse ulaşılması mümkün bir ülkü olduğunu göstermektedir.

Osmanlı geleneğinde yer alan hoşgörülü İslam anlayışı da, dünya için aranan bir umut ışığı haline gelmiştir. Eğer Türkiye sahip olduğu büyük medeniyet mirasını iyi değerlendirirse, önünde çok aydınlık bir gelecek bulacaktır.

Türkiye bu yönde geliştireceği stratejilerle Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'ya kalıcı barışı temin edebilecek, bunu muhafaza edebilecek bir tarihi birikime sahiptir. Allah'ın izniyle hiçbir güç, tarihe yön vermiş, insanlığa barışı, adaleti ve huzuru armağan etmiş dev bir kültüre ve tecrübeye sahip, köklü ve zengin bir medeniyetin kurucusu olan bir milletin sahip olduğu duyarlılığı yok edemez.

Bu millet geçmişte olduğu gibi bugün de sahip olduğu hasletleri ve güzel ahlakı ile tüm dünyanın özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturacaktır. 21. yüzyıl, Allah'ın izni ile, Müslüman Türk milletinin ve Türkiye'nin lider olacağı bir dönem olacaktır.

9 Ekim 2004 Sepetçiler Kasrı, İstanbul.

13 Mart 2009 Cuma

M. Fatih CAN

Tarih ve Düşünce Dergisi imtiyaz sahibi.
YAHYA KEMAL'İN İDRAK ETTİĞİ
Büyük şairimiz Yahya Kemal Bey, o karanlık mütareke yıllarındaİstanbul'da münteşir “İleri Gazetesi”nde ”Hilafete Yakın Bir Gün” serlevhasıyla kaleme aldığı yazısında şunları söylüyor:
“… Revan Köşkünde gezerken kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisinin içine, bir ruh gibi, muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lazım. O ses olmadığı zaman bu mimari kuru bir şekilde görülüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfi Beye söyledim ve bu Kur'an sesinin nereden geldiğini sordum:
“Hırka-i Saadet Dairesi”nden dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil, ruhani yeşil bir daire; pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki aleme dalmış bir ruhun istirahatıyla okuyor; diğer bir hafız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.
Rehberim Lütfi beye sordum: “Hırka-i Saadet'de ne zamanlar bu hatim indirilir?” Lütfi Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: “Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü bila fasıla…”
Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum. Lütfi Bey biraz malumat verdi: “Yavuz Sultan Selim Hilafetin alamatı olan Hırka-i Şerif, Sened-i şerif ve diğerlerini Mısır'dan İstanbul'a hatimler indirterek getirmiş, mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur'an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş. İşte o günden bu ana kadar bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur'an okunuyor. Bu hafızlar el'an kırk kişidir. Daima ikişeri nöbetleşe vazifeleri ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti” dedi. Bu gece bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş.
O günden beri bu düşünce bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri Hilafet'in Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilafet makamı olan İstanbul'da böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur'an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş, ihtilaller, hall'ler, kıtaller bu Kur'an sesini susturamamış”.
Bu hadiseyi idrak ettikten sonra İstanbul'dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum. Komünizm konseptinin çöküşünden sonra İslamiyet'i ve onun şahsında İslam alemini birinci hedef ittihaz eden Batı emperyalizminin bu asırdaki koçbaşı olan Anglo-Sakson&Jewish (Yahudi) ittifakı gemi azıya almış bulunuyor. Bir “Cihan-ı husumet” halinde ve bazen açık bazen sinsi bir şekilde amansızca abanıyorlar.
Bu abanışın asli hedefi, Müslüman dünyasının tabii lideri ve başı olan Türkiye'dir. Bunu görmeyen hiçbir şeyi göremez. Çevreden merkeze doğru gittikçe daralan bir kuşatma tüm yönleriyle ve şiddetle hissediliyor.
Magrip'ten Endonezya'ya kadar yayılan açık ya da örtülü istila yalnız manevi kıymetleri tahriple kalmıyor, maddi değerleri de hırsızlama ameliyesine tabi tutuyor. Dünyanın kaydettiği bu gidiş tehlikeli. Düşman acımasız ve pervasız. Her gün duya duya, izleye izleye alıştığımız “günlük soykırımlar” sanki bir korku filminin muhtelif sahnelerini seyrediyormuşuz hissi körlüğünü de beraberinde getirdiği için vehametin boyutları daha da büyük.

İslam dünyasının başı ve mümessili olmak yerine Batının ıvazsız, garazsız metbuu olmayı tercih eden Türkiye her ne kadar müstenkif kalmaya çalışsa da tarihi ve kaderi onu dünya tiyatrosunun bu son sahnelerinde de başrole zorluyor. Bu bir kuru benlik, kavmiyetçilik ya da temenni değildir. Vazıh surette kendini dayatan bir gerçektir. Ve, her ne kadar Emanat-ı Mukaddese Dairesi'nde kırk hafız yirmi dört saat hatim indiriyor olmasa da Sancak-i Şerif buradadır.
Baş altına yenilen yumruklar bir boksörü nakavt etmeye yetmez. Eğer darbeler kafaya isabet etmeye başlamışsa nakavt yakındır. Geldiğimiz noktada Müslüman alemi başına darbe almaya başlamıştır. O halde stratejik ve taktik değişiklik şarttır. Fil hakika “bu boksör”de maçı kazanmak için gerekli her hassa mevcuttur. Yeter ki Yahya Kemal'in idrak ettiği ruhu idrak etmiş antrenörlere sahip olsun.
Sözü genç ve derin şair Osman Bülent Manav'ın “Bize dair” başlıklı dizeleriyle noktalayalım:
Merhamet yağmurdur, öfke fırtına,
Aşkı yalnız dağlar anlayabilir.
Ve sabır topraktır coğrafyamızda,
Onunla iksire dönüşür zehir.
Korku uçurumdur, ıstırap deniz,
Hüzün günbatımı, ayrılık rüzgar.
Biz sakin koylarda büyüyemeyiz,
Delilik ve saflık var suyumuzda.

Baki TUĞ

1937 yılında Şiran’da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi, aynı fakültede master yaptı. Kıbrıs Barış Kuvvetleri Askeri Mahkemesi Baş Hakimliği görevinde bulundu. TSK’dan Hakim Albay rütbesi ile emekli oldu. 1991 seçimlerinde Ankara Keçiören bölgesinden DYP milletvekili seçildi.

TÜRK İSLAM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ


Konuya Türk-İslam Birliğine neden ihtiyaç vardır? Sorusu ile girmek istiyorum. Gelişen dünya, değişen şartlar karşısında böyle bir birliğe ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ancak tarihimiz, coğrafyamız, jeostratejik ve jeopolitik durumumuz dikkate alınmak suretiyle değerlendirilmesi yapılmalıdır.

Yakın tarihimize bakılmalı, Bosna-Hersek katliamları değerlendirilmeli, kılı kıpırdamayan İslam aleminin değerlendirilmesi bu hale göre yapılmalıdır. Elbetteki Kurtuluş Savaşı öncesi başlayan savaş sonrası devam eden soğuk rüzgarların ortadan kaldırılması için, yakın ilişki ve münasebetlere ihtiyaç vardır. Bu soğukluğu gidermeye Türk-İslam Birliği düşüncesi vasıta olabilir.

Türk-İslam aleminin oturduğu coğrafyadaki halkların sömürülmesini önlemek için, asgari seviyeye düşürülmesini sağlamak hatta ortadan kaldırılmasında bütün bir birliğin aracı olabileceğini değerlendiriyorum. Bu davranışı da bir insani görev kabul ediyorum.
Emperyalizme ve sömürüye karşı olmayı milli bir görev kabul ediyorum. Geçmişi hatırlamak, günü yaşamak, geleceğe hazır olmak için bütünlük, beraberlik oluşturulabilir. Kuzeyle güney arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması güneyin zenginliklerinin yok pahasına kuzeye taşınmasını önlemenin bir yolunun da bu birlik olacağını düşünüyorum.

Geçmişi ile zengin bir kültür ve medeniyete sahip olan bu konularda Avrupa'yı tetikleyen, Avrupa'nın bugünkü haline gelmesine katkısı olan Türk-İslam alemi elbetteki oturup bugünkü perişan halini tartışmalıdır. Bugün insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi çığırtkanlığı ile katliam yapan, zulüm ve işkenceyi demokrasinin gereği sayan sözde medeni aleme, hukukun hakkını, adaletin, ahlak ve faziletin ne olduğunu Türk-İslam alemi geçmişi ile ortaya koymalı.
Bilgi çağını yaşamak ve yaşatmak, iletişim ve bilişim teknolojilerinin değerlerinden karşılıklı olarak yararlanmak, medeni alemin önderliğini yapmak Türk insanının özünde var olan bir değerdir. Bu değerler birlik vasıtasıyla tekrar gündeme taşınabilir. Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlardaki Türk-İslam aleminin özgür ve bağımsız yaşamları böyle bir birlikle teminat altına alınabilir. Kıbrıs'ta yaşanan rezaletler yaşanmayabilir.

Milletlerarası farklılıkların ortadan kaldırılması, gerçekten insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik kaide ve kuralların gerçeklilik kazanması için Türk-İslam Birliğinin etkin rol oynayacağını düşünüyorum. Ancak çekincem Yemen-Hicaz ve Trablusgarp çöllerinde yaşadıklarımızdır.

Tarih tekerrürdür diyorlar, ibret alınsa idi hiç tekerrür edermiydi.

Duamız tekerrür etmemesi içindir. Saygılarımla.

Ekrem KIZILTAŞ

1958 yılında Ordu’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olan Kızıltaş, 1976’dan itibaren Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde yayınlanan Çatı isimli onbeş günlük gazetede yayın yönetmenliği yaptı. 1981-82 yılları arasında Hikmet Neşriyat’ta Yayın Müdürü olarak görev aldı. 1984 yılında Milli Gazete’de kısa bir süre İstihbarat Şefliği yaptı. Sonradan aynı gazetede Yayın Danışmanlığı yapmaya başlayan Ekrem Kızıltaş, TV5’de hafta içi 5 gün, Gün Dönümü isimli programın hazırlayıcılığını ve sunuculuğunu yapmaktadır.

İSLAM BİRLİĞİ ÜZERİNE...

Hemen her zaman ‘birlik', ‘beraberlik' çağrılarının yapıldığı ve ama buluşulacak adres vermede ciddi sıkıntıların yaşandığı bir ülkenin vatandaşlarıyız. Birlik ve beraberliğimizin sağlanacağı zemin, özellikle bu günlerde, Avrupa Birliği yönüne doğru ve kendimize ait bir çok şeyi yok kabul ederek yürümek mi; ABD'nin doymak bilmez iştihasının bölgemiz ülkeleri üzerine oynadığı oyunlara, ses çıkarmamaya çalışarak, katlanmak mı yoksa içinde bulunduğumuz durumu iyice bir okuyup, çıkış yapabileceğimiz bir nokta aramak mı?.. Mesele bu.

Açıkça şunu sormak gerek: Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin şu 0anda içinde bulunduğu hal, bütün esaslarıyla arzulanan, istenen bir hal olup, burada yani statükoda mı birleşilecek; yoksa bu durumun pek te hoş olmadığı, buradan bir şekilde kurtulmamız gerektiği; bunun için beraberce bir şeyler yapılması lazım geldiği hususu üzerinde mi?..
Osmanlı bakiyesi toprakların ve bunun dışında kalan İslam ve Türk aleminin hemen tümünde acınılacak bir durum hakimdir bugün. Bağımsızmış gibi gözüken bir sürü ülke var ortada ama rejimleri her nasıl olursa olsun, geneli itibariyle kendi ayakları üzerinde durabilen ve kararlarını kendisi alabilen ülke yok.
Emperyalizm çeşitli kanallardan amansız saldırılarını sürdürmekte ve tarih kitaplarında okuduğumuz tarzlar zaman zaman kullanılsa da bazen akıl durduracak yollarla hakimiyet kavgaları yaşanmaktadır. Direkt işgal yerine zihniyet işgali ile işe başlanmakta ve bir ülkenin önde gelenleri, yöneticileri kendi halkından çok birtakım niyetler peşinde koşan emperyalistlere daha yakın durabilmektedir.
Bütün bu gelişmelerin İslam ülkeleri açısından, nelerin olmayacağını anlama süreci olarak görülmesi belki mümkün. Ya da ‘bir musibet bin nasihatten yeğdir' sözünün tecellilerini yaşamamız gerekiyor da diyebiliriz. Ama zaman hızla geçmekte ve milletlerin hayatında da çok önemli onyıllar, müsrifane bir şekilde heba edilmektedir.
Temel zıtlıkların hakkaniyet/adalet esasına göre halledilebileceği ve küreselleşmenin eşit/adil bir beraberlik doğuracağı tezleri en azından şimdilik değişik emperyalist amaçların kamuflajı için kullanılmaktadır. Mensubu bulunduğumuz alem, aklını ciddi bir şekilde başına toplamak ve şu ana kadar yapılan yanlışlardan bir şekilde dönüp, kendini bulmak noktasında kritik bir zaman dilimi yaşamaktadır.
Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bütün uluslararası kuruluşlar genel olarak bizim ezilmemiz yönünde fonksiyon icra etmekte ve hemen her aleyhimizde gelişmede, bir sonraki gelişmenin mutlaka adil olacağı/ olması gerektiği yönünde fikirler beyan edilmektedir. Oysa durum açık seçik ortadadır. Dünya sistemi, İslam aleminin bütün savunma mekanizmalarını, sureta haktan görünerek, yoketmeye ve bütün bu camiayı tamamen pasifize etmeye yönelmiştir ve ‘içimizdeki beyinsizler' yüzünden de bizim alemimiz, gelişmeleri okumakta ve bunları boşa çıkaracak tavırlar geliştirmekte başarısız olmaktadır.
Türkiye ve bütün İslam-Türk aleminin silkinmesi, aklını başına toplaması ve emperyalizmin niyetlerini boşa çıkarma için gayrete gelmesi halinde, kısa sürede bizim, bölgemizin, İslam-Türk aleminin ve bütün dünyanın daha yaşanabilir hale gelebilmesi mümkündür. Çünkü ancak bizler, insanların dilleri, dinleri, kültürleri, hayat tarzları ne olursa olsun barış içerisinde birarada yaşayabilmesini sağlayabiliriz. En yakın misalimiz, 6 asır boyunca tebaasını bütün farklılıklarına rağmen birarada, huzur ve istikrar içinde yaşatmayı başaran Osmanlı Devletidir.

Batı alemine baktığımızda farklılıkların birarada barış içinde yaşayabildiği dönemlerin yok denecek kadar az olduğunu görürüz. Kendi içinde bile barışı, huzuru ve istikrarı temin edememiş bir medeniyetin, kökten düşman olduğu ve amansız bir korku duyduğu İslam Alemine hükümran olduğunda, adil olabileceğini zannetmek en azından saflıktır. Batının doymak bilmez iştihasının dünyayı götüreceği yer, bundan önceki dönemlerde olduğu gibi ve tabii ki ondan daha da kötü bir kaostur.
İslam alemi, gelişmeleri sağlıklı bir şekilde okumak, değerlendirmek ve hiç vakit geçirmeden gerekli tedbirleri almak durumundadır. Dünyanın yaşanabilir bir hale gelmesi açısından da böyle bir çaba, temel şarttır. Çünkü batının, emperyalizmin niyeti, barış içerisinde birarada yaşamak değil, baskı ve hegemonyaları altında onların istediği gibi yaşanmasıdır. Bütün gelişmeler bunu doğrulamaktadır.
Çare dertlerimizin bir olduğunun ve devasının da ancak birleşmekten geçtiğinin farkına varabilmektedir ve bu yapılmadan geçen her gün, kayıp hanemize yazılmaktadır. Ve birleşmek, zannedildiği kadar zor değildir.

Fermani ALTUN

Maraş Afşin’de doğmuştur. Bir ekonomist olarak savunduğu ekonomik modellerden dolayı, 1987 yılında “Dünya Ekonomistler Ödülü”nü almış ve 120’ye yakın ülkede kültürel ve ekonomik konularda konferanslar vermiştir. Altun, İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış, günlük büyük bir gazetede de köşe yazarlığı yapmıştır.

TÜRK İSLAM BİRLİĞİ


Türk İslam Birliği'nin sağlanması için ivedilikle İslam dünyasının kendi içinde kendisini sorgulaması gerekmektedir. İslam'ın ilk dönemlerinden beri yaşanan acı olaylar, bölünmeler, İslam'ın ilk 300 yılında Ehl-i Beyt-Kur'an cephesi diğeri ise Hariciler, Emeviler ve Abbasiler'in oluşturduğu şer cephesi mevcuttu. Halifeler, 12 İmamlar ve İçtihat imamları bu saydığımız şer cephesi tarafından katledilmiştir. Yani İslam'da Alevilik- Sunilik ayrımı yoktu.
Osmanlı devletinin kuruluş döneminde aynı şekilde İslam Birliği ve kardeşliği doğru şekilde tesis edilerek imparatorluk oluşturulmuştur. Tüm İslam'ı kucaklayan diğer dinlere hoşgörüyle kucaklayan bir vizyon sergilenmiştir. Hz. Ali (ra) “Bütün Müslümanlar din kardeşimiz, bütün insanlar insan kardeşimiz” vecizesi bir pusula olarak kabul edilmiştir. Bu başarının ve bu tarihi şansın hedeflerine ulaşmasında en büyük etken Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana, Şeyh Edebali gibi büyük düşünürlerin öcülüğünde olmasıydı. 250 yıl boyunca 7 kıtaya yayılan Osmanlı Devleti İslam'ın sevgi, hoşgörü, dayanışma, ilim, barış, hak ve hukuk değerlerinden şaşmamıştır. Ne zaman ki bağnazlığa İslam içinde inanç düşmanlığına, mezhep ayrımına ve İslam'ın ideolojileşmesine sebep olan yanlışlara düştüğü için batmaya mahkum olmuştur. Yaşadığımız bu çağda İslam içindeki mezhep ayrılıklarının, bilgisizliklerin ve yanlışların İslam'ı perişan ettiğini bölünmelere, şekilciliğe ve düşmanlıklara varan kamplaşmalara düştüğünü görüyoruz.
Sonuç olarak özet halinde sunduğumuz geçmişin değerlendirmeleri doğru analiz edilerek önce doğru Müslüman olmak mecburiyetindeyiz. Bütün Müslümanların ortak değeri olan Kur'an, Sünnet ve Ehl-i Beyt temel değerlerinden kucaklaşma mecburiyeti taşınmalıdır. İslam'ın ideoloji tutsaklığından, mezhep tahasubundan, şekilcilikten, ilim ve medeniyete karşıymış gibi gösterilmesinden kurtarılması gerekir.
Hoşgörü ve diyalog adına İslam dışındaki dinlere büyük ilgi gösterilmesi elbette ki olumlu bir anlayıştır. Fakat bunları yapanların İslam içindeki inanç farklılıklarına aynı ilgi ve sevgiyi diyalogu göstermediklerini görüyoruz. Yüce dinimizde de emredildiği gibi önce aile içindeki sevgi ve saygıyla başlayacaktır.
İslam dininin sadece birkaç dua ezberleyip ömür boyu onları tekrarlamakla İslam'ın gereklerinin yerine getirilmediği öğretilmelidir. İslam dininin sevgi, ilim, hak ve hukuk, hayır, hizmet ve medeniyet olguları olmazsa olmazların başındadır. Yani İslam insanlık için büyük bir deryadır. Önemli olan insanın nasıl değerlendirdiğidir.
Dünya Ehl-i Beyt Vakfı olarak yaptığımız çalışmalar, sahip olduğumuz görüş ve vizyon tüm Müslümanlara örnek olduğunu söyleyebiliriz. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de sizleri ayrı ayrı kabileler ve farklılıklarla yarattım birbirinizi seviniz diye emretmektedir


12 Mart 2009 Perşembe

Cemal ANADOL

1933 yılında İstanbul’da doğdu. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler mezunu olan Anadol, yazı hayatına 1948 yılında başladı. Son Telgraf, Gece Postası, Hakikat, Tan, Akşam, Sabah, Tercüman, Türkiye, Zaman gazetelerinde; muhabirlik, sekreterlik, şeflik ve müdürlük yapmış, yazıları yayınlanmıştır. Sosyo-ekonomik, sosyo politik, sosyo-kültürel, Türk tarihi ile ilgili bir çok eseri vardır. Eserlerinin pek çoğu üniversitelerde yardımcı ders kitapları olarak okutulmaktadır. Çok yönlü bir insan olan Anadol, Uluslararası Atletizm Hakemliği, Milli Basketbol Hakemliği ve Voleybol Hakemliği gibi pek çok spor dalı ile de alakalıdır.


İNSAN HAKLARI VE İSLAM


10 Aralık 1948 yılında yürürlüğe giren “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin yıldönümüdür.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Birleşmiş Milletler Teşkilatının kabul edip, ilan etmiş olduğu bu beyanname, dünya üzerinde insanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetini ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olması esasına dayanıyordu.
İnsanlık alemi 20.yüzyılı tamamlarken; insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin, insan vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulmasını en yüksek amaç olarak ilan etmiş bulunmalarına göre, bu beyannamelerin kaleme alınması, artık kaçınılmaz olmuştu.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi insanların keyfi idare ve baskılara karşı son çare olarak, ayaklanmaya mecbur kalmamaları için haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasını sağlamak üzere hazırlanılmıştı.
Üye devletler, bu Antlaşma ile insan şahsiyetinin haysiyet ve değerlerine, sosyal ilerlemeyi kolaylaştırma ve daha geniş hürriyetler içersinde, daha iyi hayat şartları kurmak üzere, insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyaca gerçekten saygı gösterilmesinin teminine söz vermiş oluyorlardı.
İnsan Hakları Beyannamesi insanlığın çağımızda, dünya ölçüsündeki kültür mirasına beklide en büyük katkısıdır.İnsan Hakları Beyannamesinin bir bakıma, insanlığın İkinci Dünya Savaşındaki akıl almaz vahşetine karşı isyan olduğu söylenilebilir.
Tarih, milletlerin birbirine karşı yaptıkları işkence, zulüm ve katliamlarla doludur. Haçlı vahşetleri, Engizisyon mezalimleri, Katin Ormanında, Cezayir'de, Kıbrıs'ta, Anadolu'da dünyanın dört bir bucağında zaman zaman ortaya çıkarılan toplu mezarları Saint Barthelmi, Kıbrıs, Bulgaristan katliamları insanın insana zulmünün ibret verici sahneleridir. Fakat, ne kadar hazin ve acı bir tecellidir ki, bu zulüm, işkence ve katliamlardan en çok zarar gören İslamiyet ve Türkler olmuştur.
Peygamberimiz Aleyhisselam'ın savaşlara girdiği bir gerçektir. Ancak, bu savaşlar bazı hükümdarlarınki gibi vahşice değildi. O'nun savaşları yalnız Allah'a eş koşanların zararlarını önlemek içindi. O yüce elçinin hedefi Arabistan'ı birleştirmek ve her şeyin yaratıcısı olan Allah'a ibadet etmeyi öğretmekti. Yüce İslam Peygamberi, kendilerinden olmayanlara karşıda, hoşgörü ile davranılmasını tavsiye ve emretmiştir. İslamiyet bütün dünyaya işte bu yüksek duygularla yayılmıştır.
İslamiyet'te insan yaratılanların en şerefli varlığıdır. Onun da en şereflisi, kainatın efendisi Allah'ın yüce Resulü sevgili Peygamberimiz (sav) dir. İslamiyet şefkat, merhamet ve yardımlaşma dinidir. İslamiyet insanların can, mal, ırz, namus, hürriyet ve şereflerini, her türlü tecavüzlerden uzak kalmasını emretmişti. İşkence gelişmemiş kimselerin, sapık zihniyetlerini başkalarına kabul ettirmek için kullandıkları vahşi hareketlerdir. Tıp dilinde işkence, sadist ruhların eseridir.
Bugün bütün dünyadaki insanlara hitap eden İslamiyet insanlar arasında barışın kurulmasına büyük önem vermiş bütün insanları barış içinde ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir.

Cahit BABUNA

Uyuşturucu ile Mücadele Derneği Başkanı ve Tıbbiyeliler Cemiyeti üyesi olan Prof. Dr. Cahit Babuna, aynı zamanda Yeni Mesaj gazetesi yazarlarındandır. İcmal Dergisi Yayın Kurulundadır.

TÜRK - İSLAM BİRLİĞİ
İnsanların yaradılışları itibarıyla etrafındaki manevi ve maddi etkiler ona bir şekil vermektedir. Doğuştan sonra, yeni doğan bebeğin kulağına önce EZAN okunmaktadır. Bu ezan her Müslüman ailede doğan çocuğa tatbik edilmektedir. Bunun manası ise, hem İslam mensuplarının çocuğu olmak, hem de tüm yaşamının, bu prensiplere – İslam'a, doğruluğa, dürüstlüğe,sevgi ve iyiliklerle dolu olması için, maneviyatına konulan, bir nevi temel taşı olmasıdır.
Bunun dışında insan hayatı bir gün elbette sonlanmaktadır. O zaman o kimsenin defnedilmesinden önce cenaze namazı kılınır. Cenaze namazının ezanı o anda okunmaz. Çünkü o ezan bebeğin, doğumundan sonra zaten kulağına okunmuş bulunmaktadır. Böylece, doğrudan cenaze namazı kılınır. Bununla, aslında insan ömrünün, okunan ezanla- namaz arası kadar uzun- veya - kısa olduğunun ifade edilmesi, felsefi olarak insanlara bildirilmiş olmaktadır.
Daha sonra, Ailesi Ona önce bir isim vermektedir. İsmin verilmesinde ailenin TÜRK- MİLLİ ve İNANÇ kimliği büyük rol oynamaktadır.


Mesela Türkiye'de doğan TÜRK – Müslüman çocuklarına , genellikle verilen ismin özelliğinde, Türk lisanına uygun ve titizlikle seçilen isimler arasından, (Bebeğin anne ve babası) en çok beğendikleri ve önem verdikleri özellikleri taşıyan, bir yakınlarının veya , tarihte ve Devlette, veya cemiyette bulunan ünlü bir kimsenin adını vermeyi tercih ediyorlar.
Mesela klasik isimlerimizin Manaları çoğu kez Arapça olan kelimelerden, Din- vasıfları isimlerden oluşmaktadır.. Ahmetler, Mehmetler, Muhammetler, Hasanlar, Hüseyinler ve benzeri isimler Türkiye'de en çok kullanılan isimler arasında yer almaktadır. Bunun yanında öz-Türkçe'ye dönük yeni isimler de, daima iyilik, dürüstlük, sadelik, gelişmişlik veya felsefi bir manaya yönelik olmaktadır.
Kısacası Türk çocuklarına dini-ve insancıl vasıflar taşıyan isimler verilerek zaten, daha başlangıçta bir TÜRK – İSLAM Birliği ve İYİ İNSAN vasıfları oluşmuş olmaktadır.
KİMLİĞİMİZİN GELİŞMESİ

İnsan kendisi için bir bireydir. Ama aynı zamanda toplumun da bir mensubudur. Onun için kendi kimliğinin olmasıyla beraber toplumun da kimliği büyük önem taşımaktadır.
Bizim kimliğimizin temel taşlarından biri TÜRK olmamızdır. Onun yanında aynı zamanda İSLAM mensubu olmamızın da diğer en önemli unsurlarımızdır. Bu iki kavram bizi bütünleştirmekte ve özdeşleştirmektedir. Bu iki unsur birbirini tamamlamakta ve bize tam bir TÜRK – İSLAM kimliği vermektedir. Böylece tüm hayatımız bu kimlikle doğuştan itibaren başlamakta ve yaşamımızın sonuna kadar devam etmektedir. Hayattaki tüm zorluklar bu kimlikle atlatılmakta ve yenilmektedir.

Bu iki unsur ayrılmaz bir bütünlük şeklinde devam ettiği müddetçe hayattaki başarılarımızın da devam etmesinde büyük bir güç katmaktadır. Bu güçle ve enerjiyle insan maneviyatının ve kimliğinin daima sağlıklı olması için bir nevi teminatı sayılmaktadır. Maneviyatsız insanın gelişmesi ise daima eksik ve yetersiz olmaktadır. Bu tür insanlar başarılı olsalar da, bu başarı yarım kalmakta veya sadece tahrip edici olmaktadır.
Günümüzdeki insanlığın büyük çapta saldırgan, vahşi, zorba, tahrip edici ve yıkıcı olması da bir nevi kimliksiz olmasına bağlı kalmaktadır. Aslında bu olumlu ve pozitif unsurlar, insanı insan yapan en önemli ve temel yapı taşlarıdır. Kimlik ve Manevi temel unsurları yapı mayalarında bulunmayan, veya noksan olan insanlar ise, sadece maddeye tapar ve günlük olaylara dönük bencil yaşamaya çalışır.
Bu insanlar-uzun vadeli düşünemez veya sadece kendine dönük düşüncelerin esiri olur. O tür insanlardan oluşan toplumlar dünya için büyük tehlike oluşturur. Çünkü onlar bir nevi hasta gönüllü, kalpli ve beyinli olurlar! Bu vasıflar ise onları daima olumsuzluklara iter. Onlar zaten hiçbir zaman olumlu düşünemezler. Allah onlardan insanları ve insanlığı korumasını niyaz ederim.

Bülent YILDIRIM

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Yıldırım, 1992 yılından bu yana insani yardım çalışmaları koordinatörlüğü yapmaktadır. Bu vesile ile dünyanın pek çok bölgesinde bulunmuştur. Halen İnsani Yardım Vakfı’nın Başkanlığını yürütmektedir.

HAYALDEN GERÇEĞE İSLAM BİRLİĞİ

Bundan 100 yıl öncesine kadar oldukça bütünlüklü bir yapı gösteren ve büyük oranda birlik halinde yaşayan İslam dünyası, 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Hollanda sömürge güçlerince askeri saldırı, siyasi entrika, içeriden ihanetler, stratejik kuşatma ve her türlü zulümle parçalandı.
1700'lü yılların sonundan itibaren Bengal'in İngiliz işgaline girmesiyle kademeli biçimde başlayan Batılı güçlerin İslam dünyasını parçalama sürecinde Birinci Dünya Savaşı bir dönüm noktası oldu. Savaş ardından İslam dünyasının bütünlüğünün sembolü olan Osmanlı devleti parçalanmış ve bu devasa coğrafyada güçsüz olduğu kadar, birbirine düşman onlarca devletçik ortaya çıkmıştır.
Bu biçimde 1800'lü yılların başından başlamak üzere, yaklaşık 150 yıl fiili işgal altında yaşadıktan sonra bağımsızlığını II. Dünya Savaşı'ndan sonra ama parçalanmış bir şekilde kazanan İslam ülkeleri, giderek daha fazla oranda uluslaşma dönüşümüne şahitlik etti.
Fransız devrimiyle 1789'da oluşan bu ulusalcı dalganın ve olumsuz etkilerinin Osmanlı topraklarına ulaşması 1800'lü yılları bulmuştu. Felsefi ve fikri temelleri bu şekilde atılan birbirinden ayrılma süreci, sömürge yönetimlerinin “böl-parçala-yut” politikaları ile birleşince, İslam coğrafyasında fiili bölünme I. Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşmesi kaçınılmaz hale geldi.
Müslüman halklar, kendilerini o güne kadar tek bir ümmet olarak görmüş ve farklı etnik unsurlara mensup olmanın parçalayıcı değil, bilakis bir halının farklı renkleri gibi birbirini bütünleyen bir unsur olduğuna ve “birbirinizle tanışasınız diye sizi farklı kıldı” ayetinin tecellisi olduğuna inanmışlardı. Ama Batılı ülkelerin işgaline tepkilerin yükselişte olduğu bir dönemde direniş hareketlerinin önemli bir bölümünde başı çeken Milliyetçi ve ulusçu akımlar, inanan halkların desteği ile sömürgecilere karşı başarı kazandıktan sonra, cephe arkadaşlarını tasfiye ederek ayrı birer “ulus devlet” haline dönüştüler.

Son yüzyıla kadar çok milletli imparatorluklar altında bütün halinde yaşayan Müslüman halklar, yüzyıllardır din kıstasına göre diğer milletlerle ilişkilerini belirlemiş olduklarından ayrı bir ulus olma bilinci kazanmaları modern devletlerin inşa sürecinde en önemli harç olarak görülüyordu. Nitekim kolonyal dönemin paylaşım haritaları, II. Dünya Savaşı'ndan sonra modern dönemin siyasal sınırlarına dönüştü. Bu kadar çok parçalı yapı İslam tarihinin hiçbir döneminde görülmediği için, Müslümanlar arası işbirliği ve yardımlaşma kavramı da 1960'lı yılların sonundan itibaren gündeme geldi. Sömürge döneminde ortaya çıkan Pan-İslamist akımların modern dönemin İslam Birliği arayışlarının ilk nüvesini oluşturduğuna kuşku yok.
İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) üye ülkelerin resmi olarak nüfusu 1,2 milyardır. Diğer ülkelerde yaşayan Müslüman nüfusu bu sayıya eklediğimizde 1,5 milyarlık bir insan potansiyeli ortaya çıkmaktadır. Müslüman ülkelerin büyüme hızı hesaplandığında 2025 yılına kadar dünyadaki toplam Müslüman nüfusunun 3 milyara yaklaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da o günkü dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturacaktır. Nitelikli insan oranı az olan yığınların fazla bir anlam taşımadığı dünyamızda, milyonlarca kilometre karelik geniş bir coğrafi alana ve onlarca devlete yayılmış bulunan İslam Alemi'nin içinde bulunduğu çok çeşitli, siyasi, ekonomik ve sosyal şartlar, kendi aralarında ekonomik ve sosyal işbirliğine gidilmesi konusunda çift yanlı bir bıçak gibi hem olumlu hem de olumsuz yönde etki yapmaktadır.
Bu farklılıklar, kimi zaman uluslar arası düzeyde İKÖ gibi işbirliği ve dayanışmaya dayalı kuruluşların ortaya çıkmasını kolaylaştırıp birbirine yaklaşma dürtüsünü arttırırken, kimi zaman da ortak bir sorun konusunda ortak bir karar alınmasını önleyecek derece ihtilaflara neden olmaktadır. Örneğin 1980 yılında Afganistan'ın işgalini görüşmek üzere İslamabad'ta toplanan İKÖ zirvesi işgalci Sovyetler Birliği'ne karşı ortak bir tavır alınmayı dahi becerememiştir. Yine, yıllardır yapılan zirve toplantılarında Filistin konusunda çok sert kararlar alındığı halde, İKÖ ülkeleri bir türlü İsrail'e karşı ortak bir politika uygulamayı başaramamıştır. Üstelik bugün İsrail ile İslam ülkeleri arasındaki ticaret hacmi 1 milyar doların üzerindedir.
Son Irak savaşında da İslam ülkeleri, kendi sorunlarını çözme konusunda yine başarısız bir performans göstermişler ve sürekli kendilerinden farklı platformlarda alınan kararların edilgen unsurları olmuşlardır.
Bunların sebebine bakıldığında değişik siyasi çıkarları olan birçok ülkenin zirvelerde kendi görüşlerinde diretmesi ve bu inadın İslam ülkeleri arasında bölünmelere neden olmasıdır. Bugün İslam ülkelerinin; birlik oluşturmak şöyle dursun kendi aralarında ekonomik ve siyasi işbirliğine girmelerini ya da en azından mevcutları geliştirmelerini olumsuz yönde etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bu nedenle İslam ülkeleri arasındaki ilişkileri olumlu ve olumsuz etkileyen faktörleri başlıca coğrafi, kültürel, ekonomik, siyasi ve aktüel faktörler olarak belirleyebiliriz.

İslam coğrafyasının yatay genişliğine bağlı olarak, bu sınırların içine giren unsurların bir araya getirilmesi de o derece zor olmaktadır. Doğu'da Endonezya'dan, batıda Fas'a kadar geniş bir alana yayılmış bulunan İslam ülkeleri arasındaki mesafenin çok uzak olması bu devletlerin bir araya gelmesi ve işbirliği imkanlarını tartışması zorlaşmaktadır. Doğaldır ki, uzak olan ülkelerle istenilen işbirliği her zaman mümkün olamamaktadır.
Kültürel faktörler, coğrafi olana kıyasla olumlu yönleri daha fazla olan bir unsurdur. Kültürel faktörlerin kuşkusuz en önemli katkısı, tüm İslam halklarının ortak bir kültür içinden yani İslam kültüründen geçerek gelmiş olmalarının sağlayacağı katkıdır. Bunların başında söz konusu tüm ülkelerde yaşayan Müslüman halkların ortak bir inancı ve bu inancın geçmişini paylaşıyor olmaları en güçlü tutkalı oluşturacaktır. Halklar arasındaki bu ortak payda yönetimleri de ister istemez işbirliğine zorlamaktadır. Örneğin İslam ülkelerinden her hangi birinde meydana gelen bir savaş, tabi afet ya da olağanüstü diğer hallerde Müslüman halkların hiçbir dayatma olmadan yardım mekanizmalarını harekete geçirerek, aynı inancı paylaştığı kişilerin yardımına koşması, yönetimlerini buna zorlaması aradaki inanç birliğinin gücünden başka bir şeyle açıklanamaz.
İslam ülkeleri arasındaki ekonomik dengesizlik ve değişik üretim düzeyleri de işbirliği ve yakınlaşmayı hem olumlu hem de olumsuz manada etkilemektedir. Olumlu katkı, birçok İslam ülkesinin kendi topraklarında bulunmayan hammaddeyi veya ürünü yakınında bulunan bir İslam ülkesinden karşılamak zorunda kalarak onunla işbirliğine yönelmesidir. Böylece karşılıklı ekonomik ve siyasi ilişkiler ister istemez gelişecektir. Yine ortak bir dine mensup olan iş adamları, psikolojik olarak kendilerine yakın hissettikleri ülke ya da şahısları tercih edecektir. Olumsuz etkisi ise böyle bir ekonomik dengesizliğin fakir/zengin halklar arasındaki karşılıklı kin ve husumeti arttırarak yönetimler arasındaki işbirliğini zorlaştırmasıdır.
Siyasal unsurlar, İslam ülkeleri arasındaki birlik oluşumunu genellikle olumsuz etkileyen bir işlev görmektedir. 40 küsur devlete bölünmüş bulunan İslam Alemi, bir o kadar çeşit yönetim biçimine de ev sahip bulunmaktadır. Yönetim modellerinin farklı olması, uygulanan dış politika ve siyaset şekillerini de farklılaştırmakta, sonuçta çok yönlü çıkar çatışmasına yol açmaktadır. Bu olumsuzluğa, çeşitli İslam ülkelerinin batılı ülkelere bağımlı olması ve onlardan bağımsız politika üretememesini de eklediğinizde İslam ülkeleri arasındaki işbirliği imkanları ciddi bir zorlukla karşılaşmaktadır.
Tüm bunlar ışığında, Türkiye'nin İslam aleminin mevcut siyasi ve ekonomik haritası çerçevesinde yeni bir birlik için merkezi rol üstlenmesi gerektiği de ortadadır.